• ingmar bergmanin 1978 tarihli, iyi niyetli fakat vasat bir piyanist olan gençkız (liv ullman) ve bencilliği, gücü ile inanılmaz yeteneğini belirginleştirdiği anne (ingrid bergman) arasındaki ilişkiyi anlattığı filmi.
  • sadece liv ullmann'in annesinin yanina oturup piyano calisini izledigi sahnedeki yuz ifadesini gormek icin bile izlemeye degen bir basyapittir bu. uc kere opup bel hizasinin ustunde muhafaza edilmelidir. o yuvarlak gozluklerse apayridir.
  • neredeyse tamamı derin diyaloglar üzerine kurulu olmasına rağmen, bir solukta izlenebilen muhteşem bir film.
    bencil ve duyarsız annesinin ihmali ve umarsızlığı neticesinde mutsuz bir çocukluk geçiren bir kızın, yıllar sonra annesiyle duygusal hesaplaşmalarını anlatıyor. bu hesaplaşmada sevgi, umut, hüzün, beklenti, hayal kırıklığı gibi
    filmi oluşturan duygusal öğeler olabilecek en yalın biçimde işlenmiş. irdelenen duyguları mükemmel bir şekilde yansıtan oyuncuların performansları da katılınca, yoğun diyalogların ağırlaştırdığı sıkıcı bir film değil, ismine yakışır bir "sonat" çıkmış ortaya.
  • seyrettigim en iyi ingmar bergman filmlerinden biri. kusursuz sayilabilecek bir filmdir. senaryo,isik, renkler, kurgu,vs. 10 uzerinden 10; oyunculuk ise 10 uzerinden 11'dir. ayrica suc, ceza ve affetme kavramlari uzerine de derin derin dusundurur.
  • orada burada bahsedildiğinde bunun hep geç kalmış bir hesaplaşmanın filmi olduğu, aile içinde ihmalin sonuçlarını ve şamar gibi getirilerini ele alan bir film olduğu söylenir ama bu sinopsise bile alınmayan şey annesine ihmalinin hesabını sorma imkanı bile bulamayan sakat ve dilsiz kızın ızdırabıdır ki sakat kızın filmde kapladığı alan bergman'ın drama kurgusu içindeki rolünden çok daha küçüktür. o halde hesaplaşabilememenin filmidir höstsonaten.
  • filmden çıkınca kitabı da olsa ya bunun diye düşündüm. illaki vardır zaten senaryonun baskısı ancak, demek istediğim o ki normalde insan bi roman okuduğunda film olsa iyi olur bu şöle iyi bi yönetmenin elinde filan der, filmden çıkınca bunun kitabı olsaydı demez, ama işte bergman filmleri dedirtiyor. edebiyat ve sinemanın muhteşem birlikteliğini yakaladığından olsa gerek diye de ana temayı belirterek uzaklaşıyorum.
  • annelik üzerine ingmar bergman filmi...

    yalnız bu filme sadece ingmar bergman filmi dersek sven nykvist'in hakkını yemiş oluruz. bir görüntü yönetmenin bir filme ne kadar etki edebileceğini göstermiş adeta. büyük bir çoğunluğu iç mekanda geçen filmde, karekterlerin ruh haline uygun bir mekan yaratmış. özellikle yakın yüz planlarda yaptığı ışıklandırmayla oyunculuğun büyümesine yaptığı katkı tartışılmaz.

    ingmar bergman ise yine harika bir iş çıkarmış. senaryo gerek derinliğiyle, gerekse yaratılan karmaşık ama bir o kadar da inandırıcı karekterleriyle adeta bir ders niteliğinde. öyle ki karekterler tutarlı ama bir o kadar da tahmin edilemez. biz karekterlerin yaptığı hiçbir şeye şaşırmıyor, söylediği her söze inanıyoruz. kimi zaman eva'yı haklı buluyor, kimi zaman da kendimizi charlotte'un yerine koyduğumuzda onu da yadırgayamıyoruz. ama her zaman helena'ya acıyoruz. ayrıca senaryo o kadar derin ve çok yönlü ki bu film sadece anne kız arasındaki ilişkiyi yansıtmıyor. yan öykülerle asıl hikaye çok güzel destekleniyor. sevdiği işi yaparak kendi hayatını yaşamaya çalışan bir kadın da var bu filmde, aşk yerine sevgi üzerine kurulmuş bir evlilik de, evlat acısı da var, evladını kabullenememe de...ve bu yan hikayeler de o kadar kararında verilmiş ki ne ana konunun önüne geçmiş, ne de çok havada kalmış.

    filmin harika olduğu bir başka konu ise kurgu. geçişlerde birkaç yerde ufak hatalar var ama filmin genelinde kurgu teknikleri çok yerinde ve doğru kullanılmış. filmin başındaki yemek öncesi ve filmin sonundaki charlotte trende, eva dışardayken kullanılan çapraz kurgular, yaklaşık 20 dakikalık bütün karekterlerin patladığı tartışma sahnesinde seyirciye hissettirmeden kullanılan yumuşak geçişler, ve yerinde abartmadan kullanılan flashbackler...

    oyunculuğa söyleyecek hiçbir şeyimiz yok. ama oyunculuk kimi zaman filmin en büyük artısıyken kimi zaman da en büyük eksisi. çünkü bazı yerlerde oyunculuk aşırı büyüyeyerek karekterlerin ve konunun önüne geçmiş. bazı yerlerde ben charlotte ve eva'nın hikayesini değil de liv ullmann ve ingrid bergman'ı izleyorum hissine kapıldım... bergman belki korkudan, belki saygıdan, belki hayranlıktan hayatının bu iki önemli kadınına pek ses çıkarmamış gibi geliyor bana...

    uzun lafın kısası mutlaka izlenmesi gereken bir film diyelim ve entrymizi burda sonlandıralım...
  • kendi çocuklarıyla (9 tane !!!) hiç ilgilenemediğini, hatta bazı çocuklarının birbirlerinin varlığından bile haberlerinin olmadığını söyleyen bergman'ın, anne-kız yabancılaşması üzerine nefeskesen filmi. annesiyle bağ kuramayan küçük kız büyüyünce, aslında yaşamaya yabancılaştığının ve o zamana kadar hep yaşar gibi yaptığının farkına varır. filmin önemli bir ayrıntısı da, büyüyen küçük kızın kocasıyla da bir bağ geliştirememesi, eş olmaktan çok eş rolü oynamasıdır. kendi çocuğu muhtemelen tek bağ kurabildiği insandır, öldükten sonra da onun varlığıyla yaşamaya çalışır.
  • hakkaten fantastik bir filmmiş. ebeveynlerin çocuklarından, çocukların ebeveynlerinden ve o çocukların büyüdüklerinde kendi çocuklarından nefret etmiş olduğu, ettiği ve edeceği kısır döngüsü ve birbirileri için "ilk otorite figürü"/"hayatın akışını tıkayan külfet" anlamlarının yadsınamayacağı ebeveyn/çocuk ilişkisinin, içerdiği -kelimenin birinci anlamıyla- organik sevginin yanında aslında "gerçek nefret"in de kaynağı olduğu üzerine, verebildiğim en büyük hayranlıkla harmanlanmış şaşkınlık tepkisini (yazınsal bir karşılığı yok, filmde binbir şekle giren surat ifadelerimden bahsetmeye çalışıyorum) sonuna kadar hak ediyor.

    *film ağır klostrofobik. benim gibi klostrofobiyle alakasız bir insana bile kapana kısılmışlık hissini yaşattı...yaşattı ne demek lan!? göğsüme öküz oturdu öküz!

    *isveç'in, belki avrupa'nın ve hatta dünya'nın en büyük kadın oyuncularından ikisini, liv ullmann ve ingrid bergman'ı bir arada görmek paha biçilemez olsa gerek. üstelik performansları kelimelerle ifade edilemeyecek seviyede. en gerçek tartışmalar bile bu kadar gerçek olmuyor, ki filmin aralarda gerçek algısına yaptığı vurgu bu durumu daha da ironik kılıyor.

    *filmin başlarında anne kızın evine yeni geldiğinde, yatak odasındaki ilk diyaloğun sonlarına doğru anne üzerindeki elbiseyi zürih'ten aldığından bahsederken bir açı vardı; anne aynadan kameraya bakar, kız kameranın ters açısında olduğu için aynadan kızına bakıyormuş gibi algılarız. oh yes!

    *piyano sahnesi inanılmaz. sahne arkasını görmek ve piyanonun teknik/estetik detayı nasıl işlenebilmiş öğrenmek isterdim. diğer taraftan anne kız arasındaki nefret, hayranlık, çekişme ve hırs betimlemeleri sebebiyle, film sadece o sahneden ibaret bile olabilirmiş.

    *iki kadının da tartışmalardaki jest ve mimikleri, arada suratlarına yapılan yakın çekimlerle belirginleşen çizgiler ve gölgeler, kızaran gözler, yüzlerde şişen damarlar, gerilen yanaklar, boyunlar, oy oy oy...

    *son olarak engelli kız elena faktörü, kızın filme kattığı melankoli seviyesi ve aktrisin oyunucluğu. imdb'den anlayabildiğim kadarıyla elena'yı canlandıran lena nyman isimli oyuncu engelli falan değil ancak film boyunca "bu engelli kadına nasıl oyunuculuk yaptırabilmişler lan?" diye söylendim durdum.

    özetle kafalardaki "güçlü film" algısını sarsabilecek, hayatımda şimdiye dek izlediğim en iyi filmlerden biri. uzun lafın kısası; ebenin amı ingmar bergman.
    10/10
  • ''birisi beni olduğum gibi severse, sonunda kendime bakmaya cesaret edebilirim, belki''
hesabın var mı? giriş yap