• turkiye'nin kiblesi olan yon.. guney ile dogu arasinda kalir.. (bkz: guneydogu anadolu)
  • kuzeybatının zıt istikametidir.
  • güneybatı kesişimliyle oluşan açı 90 derecedir..
  • bir malazlar şarkısı.

    insanın insanı öldürdüğü yerde
    bu kanlı oyun hiç bitmez, gözyaşları hiç
    dinmez
    bu kanlı oyun hiç bitmez asalaklar buna üzülmez
    insanın insanı öldürdüğü yerde
    kendini kahraman sanan katiller
    kanla beslenen faşizm
  • içini sadece gidenin bildiği yer.
    günlük hayat hiç de ankara istanbuldan farklı değildir güneydoğunun şehir merkezlerinde. köyü ise git anadolunun herhangi bir köyüne aynı manzaralarla karşılaşırsın. yılın en az 330 günü hiçbir olay olmaz merkezlerde, olanlarsa küçük küçük çocukların sağa sola taş atmasından öteye geçmez. hayat ekmek kavgası burda da, geçim derdi, sıcak bi ev, bi lokma aş. halkın derdi özgürlükten ziyade zenginlik. kapitalizmin ulaşamadığı neresi var ki zira? insanlar burda da heryerde olduğu kadar özgür. ne bi artısı var ne de bi eksisi. çok güzel toprakları var buranın, verimli, düz ovalar. herşey ekilir, özellikle pamuk.
    farklılık olarak burda kıble güneybatıya doğru...
  • turkiye'de bebek olumlerinin en fazla oldugu bolge.
    malesef kurtler olumlerde bile esit olamiyor.
    edit: yeni bir link daha buldum.
  • coşkun sabah'ın bir şarkısı.

    doğup büyüdüm o yerde, suyunu içtim testide
    unutmam yıllar geçse de, benim canım güneydoğu
    güneydoğu anamın babamın yolu
    hasrete can dayanmıyor, özledim diyarbakır'ı

    toprağın kokusu başka, orda düşersin aşka
    bacısıyla kardaşıyla, benim canım güneydoğu
    güneydoğu anamın babamın yolu
    hasrete can dayanmıyor, özledim diyarbakır'ı
  • sonunda gidip görebildim ve yazdım...

    bahar gelmiş, yollara düşülmüş. sadece televizyonlardan gördüğümüz, herkesin oralar ve onlar hakkında söyledikleri bir şeylerin olduğu topraklara doğru... içim bi garip. sanki yıllardır özlem duyduğum, göremediğim birine kavuşma hissiyle heyecanlanıyorum. salt sevinç yok, biraz da hüzün var. hatta en çok hüzün... çünkü biliyorum, çok güzel yerler göreceğim, yemekler yiyeceğim, insanlar tanıyacağım ama mutsuz döneceğim. aklımla kalbimin diğer yarısı benimle dönmeyecekler.
    gaziantep'teyiz, konserimiz bitmiş. akşam burdan çıkıp urfa'ya geçeceğiz. soruyoruz nasıl gidilir? akşam da olmuş; diyorlar ki bu saatte güvenilir değildir oralar. ama gitmemiz gerek, atlayıp otobüse gidiyoruz. otobüste puşili, geleneksel kıyafetli ve bizim gibi birkaç insan daha var. önümüzde 5 yaşlarında bir çocuk annesiyle, muavin çocuğa soruyor:
    -anneni mi çok seviyorsun, babanı mı?
    -babamı.
    diyor çocuk. annesi üzülmüş gibi yapıyor. çocuk da:
    -seni de çok seviyorum anne, bilmiyin mi?
    gülüyoruz. bi yandan düşünüyorum; onun yaşında öldürülen yüzlerce çocuk...
    daha sonra muavin ikram servisine geçiyor. antep'te olan yemeği yemişiz zaten, bir şey yiyip içecek halimiz yok. teşekkür edip almayalım diyoruz, adam vermeden geçmiyor. ısrar edip bir şeyler söylüyor. bizim oralarda yüzüne bakmazlar insanın, almazsan almazsın. neyse alıyoruz biz de kıramayıp. yol azalıyor, gelmek üzereyiz; bu saatte güvenilir değildir oralar denilen yere. bavullarımızı alıp gideceğimiz yeri soruyoruz, anlatıyorlar. otogardan çıkıp otobüs durağına gidiyoruz. etraf sakin, arabalar, otobüsler, insanlar geçiyor. her şey normal ve güvenilir. anlam veremiyoruz neden öyle söylediklerine. her neyse kalacağımız yere doğru gidiyoruz, tanıdığımızın arkadaşlarında kalacağız. karşılıyorlar bizi, eve geçiyoruz. evliler, bir de çocukları var 3 yaşında. adı adilmiş, adil olsun istiyorlar, buna ihtiyacımız olduğunu biliyorlar çünkü. çocuk hem türkçe hem kürtçe konuşuyor. o bizim her söylediğimizi anlıyor da biz onun söylediği "bilinmeyen dilin" en basit cümlelerini bile anlamıyoruz. meto diyor bize, kürtçe'de "hala" demekmiş. o güvenilir olmayan yerde yeni tanıştığımız bir ailenin yanında kalıyoruz. huzurla da uyuyoruz. ertesi sabah uyanıp gezilecek birkaç yere gidiyoruz, bir şeyler alıyoruz. şehrin çok farklı iki görüntüsü var. bir taraf yenişehir diye geçiyor. binalar, alışveriş merkezleri, restorantlar, bizim oralar gibi işte. diğer kısımsa taş evler, tarihi sokaklar, geleneksel kıyafetli insanlar. kadını, erkeği rengarenk. erkekler genelde mor renkli baş örtüleri kullanıyorlar. türkiye değil sanki, cezayir, suriye... ama o görünümdeki şehre o insanlar yakışıyor. gün boyu geziyoruz, çocuklarla konuşuyoruz, sürekli bir şeyler anlatmak istiyorlar. balıklıgöl'deki bir çocuk buranın tarihini anlatıyor bize. diğeriyse anlatma diyor, "polis kızıyor, bizim buralarda tarih anlatmamız yasak."
    gece başka bir yeni tanıdığımız kişinin evinde kalıyoruz, kendisi hemşire ve o gece nöbetçi. anahtarını bırakıyor bize, biz de sabah mardin'e gitmemiz gerektiği için anahtarı komşusuna bırakıp yola çıkıyoruz tekrar.
    yolculuğun çoğu uyuyarak geçiyor. uyanıyorum bi ara, kızıltepe'deyiz. nereden hatırlıyorum diyorum. sonra bir bulvardan geçiyoruz ve ben nereden hatırladığımı anlıyorum. uğur kaymaz bulvarı. 12 yaşında, 13 kurşunla polisin katlettiği çocuk, mardin, kızıltepe'de... buralarda arkadaşları gibi oyun oynuyordu, koşuyordu o da. annesini düşünüyorum. ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. sonra bir yağmur başlıyor, halbuki çok güzeldi hava. içimin ağlaması diye düşünüyorum. çünkü anlatılamaz bir üzüntü ve öfke duyuyorum. dişlerimi, ellerimi sıkıp, gözlerimi tutuyorum.
    şehrin merkezine geliyoruz. henüz ne yapacağımızı bilmiyoruz, elimizde bir sürü eşya var ve deli gibi yağmur yağıyor. yolun karşısına geçiyoruz. yazıhaneler var, mardin seyahat'in önünde yağmurun dinmesini bekliyoruz. bir adam çıkıyor içerden ve içeri geçin yağmur dinene kadar, dışarda beklemeyin diyor. hemen geçiyoruz. nerden geldiğimizi, ne yaptığımızı soruyor. konuşuyoruz, gezmeye geldik diyoruz. ama ne yapacağımızı bilmiyoruz. çay söylüyor, acıkıp acıkmadığımızı soruyor. 12-13 yaşlarında bir çocuk geliyor, oğluymuş. oğluna bizi gezdirmesini söylüyor, çekiniyoruz, zahmet olur diyoruz, konuşturtmuyor bile. azad çocuğun adı, yoldayız. eski mardin'e çıkıyoruz. bildiği kadarıyla anlatıyor girip çıktığımız yerleri. mardin kalesi'ne çıkmak istiyoruz, giriş yasak diyor, valilikten izin almak gerek. biz de kaleye yakın bir yerlere çıkıyoruz. çok yüksekteyiz, aşağısı düzlük, mezopotamya işte... öyle büyüleyici ki... aklıma murathan mungan'ın çok sevdiğim "unutmadık" şiirinin şu dizeleri geliyor:
    ey büyük mezopotamya
    iki bin yıllık gece
    dön geri bak
    kardeşlerim ölüyor, kalbimin doğusunda...
    yine kızıltepe'deki his geri geliyor. savaşla büyüyen çocuklar, yakılan, boşaltılan köyler, katledilen insanlar. nazım hikmet dizeleri geliyor bu sefer aklıma:
    ve insanlar katlediliyor :
    ağaçlardan ve danalardan
    daha rahat
    daha kolay
    daha çok.
    sokak aralarında geziyoruz. oyun oynayan çocuklar bizi görünce abla sizi gezdirelim mi, fotoğrafınızı çekelim mi, fıkra anlatalım mı diyorlar, onlar anlatıyor biz dinliyoruz. sonra gezmeye devam ediyoruz. merkeze döneceğiz azad'ın babası gelip arabasıyla bizi alıyor ve yol üstünde olmayan bir medreseye daha götürüyor. dönerken de eşimi arayayım kahve içmeye gidelim, onla da tanışmış olursunuz diyor. tereddüt etmeden kabul ediyoruz. gidiyoruz evlerine, 4 tane çocuk. birisi çok küçük daha oradan oraya koşuşturuyor. kahvelerimiz geliyor konuşuyoruz. ahmet abi anlatıyor; ben buralara gelenleri çağırırım evime, eşimle de tanıştırırım. biz kötü insanlar değiliz diyor. barış sürecinden konuşuyoruz biraz. size hak veriyorum dediğimde inanamıyor, seviniyor. artık kalkma vaktimiz gelmiş, yine bir tanıdığımızın tanıdığı bizi alıp ablasının evine götürecek. kalkalım artık diyoruz, isterseniz yemeğe kalın, evde de kalabilirsiniz başımız üstüne, ben babamın evinde kalırım diyor. çok teşekkür edip gitmemiz gerektiğini söylüyoruz.
    bu gece kalacağımız eve gitmemiz lazım. selman diye bir arkadaş bizi alıp ablasının evine götürüyor. iki kadın karşılıyor bizi. yemek hazırlıyorlar. o kadar güzel ki yemekler, yedikçe tabaklarımızı dolduruyorlar, artık yiyemiyoruz. hala dolduruyorlar tabakları. sofrayı kaldırıyoruz. sonra muhabbet etmeye başlıyoruz. gece de çok güzel oluyormuş mardin diyoruz, isterseniz tekrar çıkalım deyip kardeşini arıyor. yine eski mardin'e çıkıyoruz. girmediğimiz sokaklara giriyoruz, yürüyoruz saatlerce. bizimle yoruluyorlar. yine mezopotamya altımızda, çaylarımızı yudumluyoruz. eve dönmemiz gerek, ertesi sabah diyarbakır'a geçeceğiz ama yolumuzu ve tatilimizi bir gün daha uzatırsak önce batman'a gidip hasankeyf'i göreceğiz. kim bilir bir daha ne zaman geliriz ve belki de hasankeyf o zaman sular altında kalır... biliyoruz ki devlet sadece insanları katletmekle kalmıyor, doğayı da katlediyor buralarda. bu ihtimali göze alamadığımız için oraya da gitmeye karar veriyoruz. sabah erkenden uyandırıyorlar bizi, kahvaltımız hazır... hemen bir şeyler atıştırıp yola çıkıyoruz. önce midyat'a uğrayıp oradan hasankeyf'e geçeceğiz. yaklaşık bir saatlik yol, dolmuşa biniyoruz. herkes kürtçe konuşuyor, radyoda kürtçe müzik. yabancı olduğumuzu anlıyorlar ve bizimle türkçe konuşuyorlar, selam veriyorlar. midyat'a geliyoruz, eşyalarımızı bi simit evine bırakıp gezmeye başlıyoruz. yine bir çocuk çıkıyor önümüze, sizi konağa götüreyim mi diyor. olur diyoruz, yürümeye başlıyoruz, konağın tarihini anlatıyor. önüne geldiğimizde biraz para veriyoruz, o dönüyor. sokaklar çok güzel, her yerde taş evler, kiliseler, konaklar... bütün bu güzelliklerin arasında da ara ara tomalar, panzerler...
    yine sokak aralarında çocuklar çıkıyor önümüze. abla bize top alsana, abla bize harçlık versene diyen çocuklar. birkaç çocuğa para veriyoruz, küçük bi çocuk ağlıyor ona veremediğimiz için. başka bir çocuk da ağlama paylaşırız diyor. burayı da geziyoruz ve eşyalarımızı alıp batman dolmuşuna biniyoruz, hasankeyf'e gideceğiz. ve geliyoruz. burada da eşyalarımızı bir dükkana bırakıyoruz. anlatılamayacak kadar güzel burası. kalabalık, turistler var, hediyelik eşya satan dükkanlar sokak aralarında. en ilginç yanıysa hiç pahalı olmayışları. üstüne bir de indirim yapıyorlar. geziyoruz, fotoğraf çekiyoruz bir sürü. tam döneceğiz bir amca ve genç bir adam mangal yapıyorlar. biz geçerken kürtçe bir şeyler söylüyor amca, anlamıyoruz. kürtçe bilmiyoruz diyorum. türkçe konuşmaya başlıyor, yanına çağırıyor. gidiyoruz, oturuyoruz çimlere. hemen ekmekle tavuk veriyor istemediğimiz halde, tadına bakınca da yedikçe yiyoruz. anlatıyor, buralar çok güzel, baraj yapmak istediler halk izin vermedi. bizi sizin oralarda kötü bilirler diyor, kötü değiliz biz. mardin'deki abimizle aynı şeyleri anlatıyor. diğer genç adam da bir iki tane kötü insan gördüklerinde bizi de kötü sanıyorlar diyor. inşaat işçiliği yaptığını öğreniyoruz. iyi biliyor bizim oraları... artık buradan da gitmemiz gerekiyor ve yola çıkıyoruz.
    yollar yemyeşil, sular akıyor... karşı tarafta dağlar. düşünüyorum, buralarda mı yollar kesiliyordu, mayınlar patlıyordu, kardeş kardeşi vuruyordu, ölüyordu insanlar. diyorum ya anlatılamayacak kadar güzel yerler ama hüznü daha çok... artık diyarbakır yolundayız. en çok merak ettiğim... ahmed arif'in memleketi. geliyoruz şehre, kürtçe ve türkçe "şehrimize hoş geldiniz" yazan tabela karşılıyor bizi. burada da bir arkadaşımızın arkadaşında kalacağız, eve gidip eşyalarımızı bırakıyoruz. akşam olmuş, dışarı çıkıp geziniyoruz bi süre. şehrin etrafı surlarla kaplı, ikiye ayırıyor şehri. belli ki burada da yoksullar ve zenginler ayrılmış. surların kenarlarında ara ara ciğerciler, kebapçılar. dumanlar yükseliyor. yemeğimizi yiyoruz ve biraz yürüdükten sonra surun tepesine çıkıyoruz, çay içiyoruz. gecenin bu saati çocuklar çalışıyorlar. kimi tenha yerlerde de çocuklar sigara içiyor, esrar belki de. çocuklara yapılacak başka bir şey bırakılmamış bir şehirdeyiz. gözlerini savaşla açıyorlar zaten. arkadaş anlatıyor. insanlar buralarda savaştan başka şey konuşmazlar. şehrin bir kısmını göstererek, burası köyleri yakılıp boşaltılan insanların yaşadıkları yer. çok yoksullar. tek gözlü evlerde yaşıyorlar. buralarda asgari ücrete iş bulanlar çok seviniyor ama iş yok diyor. yoksullar yoksulları soyuyor.
    ertesi sabah da dolaşmak için çıkıyoruz evden. bir kiliseyi bulmaya çalışırken fazla yürüyüp arka sokaklara gitmişiz. karşıdan bir teyze gelip telaşla kürtçe bir şeyler söylüyor. anlayamıyoruz. sonra oralardan bir çocuğu çağırıyor, o çeviriyor bize: buradan gidin, çantalarınızı kaçırırlar.
    çıkıyoruz, merkeze doğru yürüyoruz. arkadaşımız işten çıkıp yanımıza geliyor, gezmeye sokak aralarında devam ediyoruz. benim asıl görmek istediğim buydu zaten. sokaklar, çocuklar, yazılamalar... ara ara bizden harçlık alan çocuklar sevinçlerinden çığlık atıp koşuyorlar. bir liranın bir çocuğu bu kadar sevindirdiğini görmemişim. benim kardeşim para beğenmiyor. ben de öyleydim. saatlerce yürüyoruz, en son dicle nehri'ni görmeye geliyoruz. bir çay bahçesine oturuyoruz. dicle'ye karşı, kaçak çay ve tütün. hayatta alınabilecek daha güzel bir tat daha yoktur anlıyorum. hemen kaçak mı?! diyebilirsiniz. evet öyle ve çok güzel. iyi ki de kaçak. hem onları kaçak yapan şey ne, buna karar veren kim? sınırları biz koymadık. onlar da koymadı. asıl kaçaklar sınırları koyanlardır. sınırlarınızı tanımıyoruz diyor bu şehir ve ben bu yüzden çok seviyorum. sonra yemeğimizi yiyoruz son kez. bir kadın giriyor restoranta ve para istiyor sonra getirmek üzere. adam çıkarıp para veriyor. biz garipsiyoruz. dolanıp alışveriş yaptığımız birkaç yerde de nakit paramız kalmadığında bize, istediklerinizi alın, parasını sonra gönderirsiniz, göndermezseniz de canınız sağ olsun diyorlar. inanamıyoruz.
    öyle güzel insanlar gördük ki... sizin tabirinizle; bölücü, terörist. bizim içinse insanlığın ölmediğine dair umuttular. hala insanlara güvenebilme şansımızın olduğunu gördük. artık dönmek gerekti, eşyaları evden alıp otogara gittik. sabah ankara'ya gelip uyandığımızda baktık ki muavin biz uyurken ikram ettiği bisküvilerden iki tane de bize koymuş. gülümseyerek uyanmama sebep olmuş.
    şimdi düşünüyorum, bizim oralarda da çok yoksul insanlar var, yaşamak çok zor kimilerine. ama buralarda tek sorun ekonomik değil. yıllarca zulmetmişiz. kültürlerinden koparmaya çalışmışız. dillerini yasaklamışız. şarkıları, türküleri, kitapları olan ve yıllardır zaten konuştukları dillerini yok saymışız. karar veren taraf olmuşuz, infaz eden... halbuki birlikte savaşmışız. "önce vatan" yazmışız artık insanların yaşamadığı köylerin dağlarına ve önce vatan diye diye binlerce çocuğumuz ölmüş. çocukları durmadan ölen bir vatanın sağ olamayacağını anlamamışız. ve bölücü demişiz. kültürleriyle bağlarını işkenceyle, silahla, katliamlarla koparmaya çalışıp, onlara bölücü demişiz. bir gün de oturup düşünmemişiz insanlar neden her şeyini bırakıp savaşı göze alıyor, kardeş kardeşi vuruyor dağlarda diye.
    her şeyi en baştan düşünmek ve ön yargılarımızı değil, kalbimizi alıp gidip görmek dileğiyle...
  • bugünlere çok yakışan malazlar şarkısıdır. klibiyle birlikte izlenmeli. (bkz: kendini kahraman sanan katiller)

    https://www.youtube.com/watch?v=wyj7f0bdrag
  • (bkz: #58676633)
hesabın var mı? giriş yap