• ahmet mete ışıkarayı popülaritenin doruklarına taşıyan korku.
  • (bkz: göt korkusu)
  • her saniyeyi tetikte bekleyerek geçirmektir.
  • montla sıç kadar etkileyici bir mantra olmayacak ama, söz konusu deprem korkusunu yenmek istiyorsanız sürekli sıçın. böylece bir gün mutlaka sıçarken depreme yakalanacak ve yaklaşık 2-3 salisede yaptığınız muhakeme sonucunda, yılanın ucu dışarıdayken dışarı çıkmak ya da ölmek seçeneklerinden ikincisini, yani hiç tereddütsüz ölmeyi seçerek deprem korkunuzu yeneceksiniz. 12 mart 2008 istanbul depremi sırasında test edildi onaylandı. bir deprem sırasında 2-5 saniye içerisinde ana bacı dinlemeyip etrafı yararak bina dışında olabilen bünye huzura erip huşu ile depremin bitmesini bekledi.

    sürekli sıçın.
  • hayatımın en büyük korkusu. ayaklarımı hissetmez olurum, sarsıntı dursa bile hala yer sallanıyormuş gibi hissederim. yaşadığım ilk büyük depremde bir sağa bir sola salınım hareketi gerçekleştiren avizenin o dehşetengiz görüntüsünü unutamıyorum.
  • zaman zaman hafifleyen fakat bazen çığrından çıkıp gece göz kırptırmayan korkudur. dünyanın herhangi bir yerinde şiddetli bir deprem olduğunda depreşiverir alçak. ''ya bizim fayları tetiklerse, bugünde hava pek sıcaktı, rüzgar da çıktı bak, evde de karıncalar gözükmedi bugün, ne kadar sağlamdır ki bu ev pufff'' gibi bazen mantıklı, bazen de saçma sapan şeylerle birlikte gelir. uzun süre bir yerler zıngırdamadıysa sinsi sinsi bekler beynin bir köşesinde hatta unutturur kendini. sonra yeryüzü hareketlendiği zaman tekrar...
  • oturduğum apartmanın en üst katında* oturan, 1999 depremi sonrası inanılmaz bir deprem korkusuna kapılmış bir adam vardı.

    korkusunun boyutunu şöyle anlatacağım:

    adam kendi katının balkonundan, apartmanın bahçesine, emniyet kemeri tarzı bir zımbırtı gerdi. apartmanın önünde sallanan halatımsı bir şey vardı o zamanlar.

    sebebi sorulduğundaysa "deprem olursa kızımı da alırım kucağıma, bu halata başka bir şey geçirip atlarız balkondan. aşağı kadar ineriz. kızımla ben kurtulsak yeter. gerisine gerek yok," diyordu.

    işin ilginç yanı bu halatımsıda hiçbir yataylık bulunmamasıydı. tam olarak bahçe çimenlerine dik bir şekilde gerilmişti. yani itfaiyeci direği'nin daha esnek bir versiyonu gibiydi. 14. kattan, bahçeye yumuşak bir iniş hayaliyle düzenlenmişti.

    daha sonra apartman yönetimi tarafından kaldırıldı.
  • bununla ilgili yapılabilecek en müstesna tanım zaten yapılmış ("ahmet mete ışıkarayı popülaritenin doruklarına taşıyan korku"); daha fazla zorlamaya gerek var mı? yok. en iyisi tanımını aşıp, kendisine karşı ne gibi bir tutum içinde olabiliriz ona bakalım. deprem korkusu, beraberinde kendisine karşı, birbirine zıt iki tür tavır almayı gerektiriyormuş gibi görünüyor.

    a. yokmuş ya da hiç olmayacakmış gibi onu ihtimâl dahilinde tutmamak; böylece "deprem olduğunda en fazla ölürüm, ötesi nedir ki? zaten öleceğiz" gibi bir kabullenişe teslim olmak.
    b. onu her an olabilecek bir şeymiş gibi düşünüp, etrafı deprem olduğunda ihtiyacını duyacağımız kurtuluş önlemleriyle ve araç gereçleriyle donatmak.

    aslında birbirine tamamiyle zıt görünen bu iki tutum da deprem korkusuna karşı insanî refleksin neticesidir; her ikisi de insanın yararına olacak bir şeyi çekmesi, zararına olacak bir şeyi ise itmesiyle alâkalı. en nihayetinde insan, depremi (olasılığını aslında) sanki olmayacakmış gibi görmezden gelerek ya da örneğin tümüyle kendisine teslim olduğu ilahî bir düzenin aklî, gerekli parçasıymış ("bundan zarar gelmez, çünkü ilahî bir düzenin parçası; benim kötü diye bellediğim şey aslında kötü değildir; büyük resmi görmeliyim" düşüncesinde geçtiği gibi) gibi kabullenerek korkudan sıyrılmaya çalışıyor; karşıt tutumda da ona ilişkin duyduğu korkuyu yine kabulleniyor ancak bu sefer ona karşı aldığı önlemler (örneğin her daim yanında düdük taşıması) hayatının her anını (deprem her an olabilir, deprem korkusu varsa; bu her an için geçerlidir) kaplamak zorunda olduğundan bir noktadan sonra deprem korkusundan sıyrılma telâşı, deprem korkusunda sıyrılma telâşının büyüklüğünden sıyrılma telâşına dönse bile, bu takınılan tavır yine insana özgüdür. ben her iki tutumu da doğal karşılamakla birlikte, sanki alınan önlemleri de abartmamak gerekiyormuş gibi düşünüyorum. zira korkunun panzehirini hayatın asıl amacıymış gibi kabullenmeyi, örneğin düdük taşıma iradesini bile göstermeyi sanki beni yaşarken tümden ölüm enerjisiyle dolduracak bir tutummuş gibi görüyorum.

    öyle bir imge düşünün ki, gözünüzün önünde (ya da düdük örneğini düşünürsek, "çantanızda") olup "her an göçük altında kalabilirim" düşüncesini size hatırlatıyor olsun (bazen "unutmak" gerkli midir?). bu stoacıların ölüm korkusunu yenmek için onu olduğundan fazla abartmasına ve bu sefer de hakkından gelinmesi gereken "ölüm korkusu tabusu"nun oluşmasına benziyor. deprem korkusundan kurtulma telâşının bizi yaşarken ne gibi sıkıntılara sokacağını çözemeyebiliriz: her an çantasında ölüm düdüğü taşıyan bir kadına düdüğün gizemini sorduğunuzda "yani, işte göçük altında kalırsam diye yanımda taşıyorum, sesim duyulmazsa, yaşadığımı dışarıdakilere belli etmem gerekir" diye cevap verdiğini düşünün. insan zaten ölmeye yazgılı olduğunu biliyor, bir de üstüne her an "acı çekerek" ölebilecekmiş gibi önlemini alarak ölüm düdüğünü yanında taşıyor. bunu anlatırken bile insan yaşamaktan ziyade ölmeye yakın olduğunu hissedebilir kolayca. burada derdim sadece düdük değil elbette; ama deprem korkusuna ilişkin anlatmaya çalıştığım abartılı tavır takınışlara güzel bir örnek teşkil ediyor.

    deprem korkusundan ötürü yanında düdük taşıyanlar gibi "ölmek problem değil, göçük altında kalmak, acı çekerek ölmek istemem" diyenler de tanıdım; belki şu an bu yazıyı okuyanlar içinde de vardır böyleleri. ilkin kulağa çok mantıklı geliyor; 17 ağustos 1999 depreminden arda kalan en can alıcı sahneler genelde göçük altında kalanların kurtarılmasına ya da "canlı" kurtarılamamasına dönük olanlardı. sesini duyuramadan göçük altında acı çeke çeke diri diri, yavaş yavaş ölme ihtimali bu deprem korkusunun ana besleyicilerinden biri; belki de burada ölüm korkusunu da aşan, acı çekme korkusudur. hele ki tevekkülün bu denli anlamlı karşılandığı topraklarda yukarıda bir yerde dediğim gibi, ölümün de ilahî düzenin bir parçası (başka bir aleme kapı açılıyor ve insan varlığının devam ettiği düşüncesiyle "kaybolup gitme" korkusundan sıyrılıyor; ota, böceğe karışma ihtimali yani bedenle sınırlanmak, insan zihnindeki en büyük sıkıntılardan biri olsa gerek) olduğunun kabulü zaman içinde olan biteni tevekkülle karşılamayan insanları da sırf aynı pınardan beslendikleri için ölüme karşı dirençli kılabiliyor. ben bunu kültür ortamının kaçınılmaz sonucu olarak görüyorum; korkularımızı bile belirleyen tek tek yaşadıklarımız yanında aslında kültür yaşantımız da olmalıdır. böylece acıya karşı direnç, ölüme karşı direncin önünde teslim oluyor. kişi de ölümden değil, acı çekmekten korktuğu için depremden korkuyor. böyle bir deprem korkusu gösteriyor ki, onu ilahî düzenin bir gereği olarak görsün ya da görmesin ölüme karşı direnç sahibi olabilen insan henüz bedensel acıyı küçümseyebilecek kadar, bu inancından aldığı kudretle, kendini uyuşturamıyor. stoacı epictetus'un nezdinde aktarılan "kolumu kırarsın" hikâyesindeki bedensel acıyı da küçümseyecek ölçüde ilahî düzenin bilincine varıştan burada bahsedemeyiz. bu da bizim konfora ilişkin telâşımızın, diğer yönlere bakan telâşlarımızdan daha baskın olduğunu gösteriyor. dinin öğretileri ve ritüelleri bile daha konforlu hale gelmiş zaman içinde (mitosların uygarlaşma ve insanlaşma süreci) insan farklı mı olacaktı? hayır tabi ki.

    seneca'nın naturales quaestiones'inin vi. kitabı depremler üzerine; çileci hıristiyanlığın baba disiplini olan stoa ekolünün depremler üzerine görüşlerini dinlemek istediğinizde şunu ilkin bilmeniz gerekiyor: acıya katlanmanın erdemi her şeyin üzerindedir! insan kozmik evrendeki tanrısal aklın bir parçası olan fenomenler ortasındaki en değerli canlıdır. aklıyla çevresindeki fenomenlerin ayırdına varan insan, yeryüzünde kötü diye bir şey olmadığını, her şeyin evrendeki tanrısal aklın bir parçası olduğunu kabullenmek durumundadır. deprem de düzenin parçası olarak görebileceğimiz böyle bir fenomen olduğuna göre, deprem korkusu ölüm korkusu gibi yersizdir. filozof stoik bu yaklaşımı şu ifadelerle açımlıyor:

    "bir insan, dünya sallanıyorsa ve en katı bölümleri bile sarsılıyorsa, nasıl kendini güvende hissedebilir?" (naturales quaestiones 5.1.3)

    "sabit olan ve hareket ettirilemeyen, bu yüzden de taşıdığı her şeyin ağırlığını da çeken dünyada bir şey sallanmaya başlamışsa, yeryüzü bütün korkularımızın sonunda dindiği durağanlık karakterini yitirmişse... insanlar hangi gizli yere sığınacak; kaygı dolu insanlar hangi sığınağın peşine düşecek eğer korkuları aşağıdan, yeryüzünün bağırsaklarından kaynaklanıyorsa?" (ib. 5.1.4)

    "korkularımız nerede dinecek? bedenler hangi sığınağı bulacak?" (ib. 5.1.4)

    "binalar gıcıdayıp yıkılma emareleri gösterince, herkes dayanamayıp panik yapar; böylece ocak tanrılarını bırakıp kendilerini açık havaya, güvenli bir ortama alelacele atar." (ib. 5.1.4)

    "yıkımı tetikleyen bizzat dünyanın kendisiyse, hangi kovuğu, hangi yardımı arayacağız" (ib. 5.1.5)

    "üzerinde şehirlerin uzandığı, kimilerinin evrenin kaynağı olarak gördüğü, bizi koruyan ve destekleyen dünya konumunu bırakıp sendelemeye başlamışsa... yardımdan bahsetmiyorum bile, korku, kurtuluşu ortadan kaldırdığında, nedir senin için teselli verici olan? yeteri kadar güvenli olan nedir? kendini olduğu kadar başkalarını da korumaya alabilecek ne var yeryüzünde?" (ib. 5.1.5)

    "düşmanı surdan kovarız; tüm heybetiyle kaleler de ilerleyen büyük orduları yavaşlatır." (ib. 5.1.5) "limanlar bizi fırtınadan korur; çatılar bulutlardan düşen şiddetli yağmuru önler; böylece yağmur kendisinden kaçanları kovalayamaz. gökteki gürlemelere ve uyarılara karşı yeraltındaki evler ve dipteki inler çaredir. gökten kaynaklanan en bildik ateş yeryüzüne işlemez, aksine yüzeyin yumuşak engeliyle geri püskürtülür. veba başgösterdiğinde mekânı değiştirmek mümkündür. o hâlde kendisinden kaçmanın mümkün olmadığı hiçbir kötü durum yoktur (nullum malum sine effugio est). yıldırımlar asla bütün insanları yakmaz. öldürücü gök kentleri kurutabilir ama tümden ortadan kaldırmaz. fakat deprem öyle mi? o büyük ölçüde kendisinden kaçılmaz, açgözlü ve kitleleri vurucu niteliktedir. sadece evleri, aileleri, tek tek kentleri yutmaz; aynı zamanda tüm ulusları ve bölgeleri de ortadan kaldırır. bazen onları yıkımlarla kaplar, bazen derin yarıklarda yakar. geride bütün bunların bir kerede olduğuna dair en ufak iz bırakmaz; toprak en asil kentlerin bile üzerinde önceki hallerinden eser kalmayacak ölçüde uzanır." (ib. 5.1.6-7)

    "evlerinin altında dibe çökecekleri ve yaşayanlar içinden diri diri alınmış olacakları böyle bir ölümden korkanların sayısı hiç de az değildir; oysa kader her daim aynı sonla gelmez." (ib. 5.1.7)

    "doğa diğerleri içinde öncelikli bir yere sahip olan şu hükmü verir: ölüme/sona varma konusunda hepimiz eşitiz. öyle ki hiç fark etmez tek bir taş da beni çökertse, koca bir dağ da üzerime çökse... hiç fark etmez bir evin altında kalarak son nefesimi küçük bir yıkıntısı içinde versem ya da kafam tüm dünyanın altında kalsa... günışığında, açıklıkta ya da yarılan yeryüzünün dipsiz oyuğunda canımı teslim etsem... veyahut tek başıma ya da benimle birlikte düşecek büyük bir kitlenin yanında dibe çöksem." (ib. 5.1.8)

    "nihil interest mea, quantus circa mortem meam tumultus sit. ipsa ubique tantundem est."
    "beni hiç ilgilendirmiyor ölümümün etrafında ne kadar büyük bir yaygara koptuğu: ölüm her hâlükârda aynı ağırlıktadır." (ib. 5.1.9)

    "proinde magnum sumamus animum adversus istam cladem, quae nec evitari, nec provideri potest."
    "o hâlde kendisinden kaçılamaz ve öngörülemez olan bu felâkete cesaretle göğüs gerelim."(ib. 5.1.9)

    tevekkül konusunda (#16364217) şöyle demiştim: "stoa düşüncesinde, insanların hoşuna gitsin ya da gitmesin, her şey olacağına varır, evrensel akıl kusursuzdur. insanın işte bu kusursuzluk önünde tevekküle kapılmaması mümkün mü?" buradaki mümkünatı besleyen unsur düzenin evrensel ve tanrısal akıldan pay almış olmasıydı. deprem önünde, ona cesaretle göğüs gererek durmak en başta söylediğim gibi onu görmezden gelmeyi gerektiriyor. insanın deprem dışında kaçamayacağı hiçbir felâket durumunun olmadığına ilişkin ifade teknolojinin ve imkânlarımızın gelişmesiyle birlikte belki revize edilebilir. olası depremler zaten değişen yaşama koşullarımızdan ötürü eskisi gibi büyük kayıplarla neticelenmeyebilir; tam aksi de mümkün olabilir. kütlenin korunumu kanununu hatırlarsak, yeryüzündeki niceliği artmayan kütleler üzerinde yaptığımız her abuk değişikliğin bedelini daha büyük kayıplarla da ödeyebiliriz. burada asıl vurgulanması gereken (vurgulanmak istenen ya da) depremlere ilişkin insanın yaşama standardında alınacak önlemler değil, insanın kendi içinde ona karşı takınacağı tavrın onu tümüyle ölüm enerjisiyle doldurmaması gerekliliğidir.

    "ne olacaksa, olacaktır" demiyorum, geçmişe dönük bir ifadeyle söylüyorum: "ne olmuşsa, olmuştur" şu an olacak olası bir deprem için, "şu an"ımı onun olacağına ilişkin korku(su)yla tüketemem. bir nevi "ani bir olayla huzurumu yitireceğim" korkusunun kendisi de beni henüz olmamış ve olacağından da emin olmadığım bir olay öncesinde huzurumu kaçırmakta. yani böylece huzursuz olacağım fikriyle huzursuz olmuş oluyorum. durumumun daha kötü olabileceğine ilişkin düşünceyle şu anki durumumu daha kötü bir hale getiriyorum. iç-huzurum için bunun önüne geçmem gerekiyor. stoacı katlanmanın erdemi, deprem korkusuna işte böyle bir ilaç anlamını taşıyor.

    ipsa ubique tantundem est.
    ölüm her hâlükârda aynı ağırlıktadır.
  • deprem korkusunu gidermek adına uygulamanız gereken metot tam ters noktadan hareket etmenizmiş gibi duruyor stoacı iseniz. yani hesabı yüksek tutma metodu. yıkılabilirliği ve yok edilebilirliği bulunan her şey sonsuz huzurdan muaftır. hem yeryüzünün kendisi hem de onun üzerindeki herhangi bir şey için huzur (solatium ya da solacium) kalıcı değildir. deprem korkusu da o halde insanı esir almaması gereken ve evrensel aklın içinde kaybolacak bir usavurmadan (nedenlerini anlama'dan) yoksun kaygı anlamına gelir. bu metoda ilişkin uzun uzun açıklama yaptıktan sonra, yani her an bir tehlikenin gerçekleşip insanın başına iş açabileceğini vurguladıktan sonra filozof seneca adeta dönüp arkasına bakar ve şöyle der:

    "ne yapıyorum ben? tehlikelere karşı huzur vermeyi taahhüt etmiştim. oysa şimdi sadece korkulası şeylerden bahsediyorum. yıkıma uğrayabilirliği ve ortadan kaldırılabilirliği bulunan her şey için sonsuz huzur yoktur. fakat böylece en gerçekçi, en güçlü teselliyi vermiş oluyorum: kendisinden kurtuluş yoksa, korku sadece aptalcadır. usavurma (ratio) bilge kişilerden korkuyu söküp atar; eğitimsiz kafa (usavurmayan) ise umutsuzluktan büyük bir öz-güven çıkarır." (naturales quaestiones 5.2.1)
hesabın var mı? giriş yap