• yaşar kemal üçlemesinin adi...
    üçlemenin birinci kitabi ortadirek..
    ikinci kitabi yer demir gök bakir...
    üçüncü kitabi ölmezotu'dur...

    üçlemede çukurovanin yalak köyünde yaşayan insanlarin pamuk zamani çukurovaya indiklerinde başlarindan geçenler ve dönüşte köyde yaşananlar anlatilir. tabii konu bu kadar siğ değil, bu üçlemenin konusunun en kaba anlatimi. üçleme tek tek okunabildiği halde tümünü birden okumanin tadi bambaşkadir. özellikle ikinci kitap yer demir gök bakir köylü kurnazliği ve inançlarin, efsanelerin doğuşu hakkinda yarmiş aşmiş bir kitaptir. okunabilecek en iyi türkçe roman, izlenebilecek en kötü yerli filmdir*
  • ya$ar kemalin irmak romanlar silsilesi. orta direk, yer demir gok bakir ve olmez otu adli uc romandan olu$ur. bir cukurova romani olarak ozetlenebilir. dili bir gariptir, romana benzemez, sanirim bu da ya$ar kemalin bir olayidir, bana sanki uzadikca uzayan (ama sikmayan) bir hikaye, kisa degil uzun da degil, havasi verir ve bu yuzden oldukca surukleyicidir. $u anda adam yayinlaridan cikanlari gayet bulunabilir.
  • yaşar kemal hakkında

    edebiyatın topluma dönük yüzü ve yaşar kemal
    semih gümüş

    "bu kuşlar yerine sizi öldürürler. sizi..."
    -"kuşlar da gitti"'den

    insan hayatı bütüncül yaşayamaz. çocukluğunu birden yaşayamaz sözgelimi, ergenliğini, gençliğini, aşklarını, ödevlerini, kimliğini, yaşlılığını birden yaşayıp geniş zamanlarda tamamlanan dönemleri birden algılayıp kavrayamaz. bütün hayatı, doğal gelişimi içinde, kendiliğinden parçalanmış zamanlar ve mekanlar içinde yaşayabilir insan. anları yaşar, kısacası.

    edebiyat bunun için anları anlamlandıran ayrıntılarda gizlidir ve insanı ancak ayrıntılarda gizlenmiş, köşe bucağa sinmiş, kısacık anlar içinde olup bitenlerin sıcaklığı içinde alımlayabilir. sözgelimi öykünün anlamını ve bitip tükenmesi olanaksız bir gelecek sanatı oluşunun nedenlerini burada aramak gerekir. romanın da bütüncül zamanları, büyük hayatları içerebilmesi, ancak bütünün parçalara ayrılmasıyla olasıdır.

    kurgunun amacı zamanı parçalamak, metni farklı katmanların bireşimi olarak tasarlamaktır. roman yazarlarının sürekli yeni anlatım biçimleri ve teknikleri aramalarının nedeni, romanın bütüncül zamanı kavrayabilmesi için yeni olanaklar yaratmaktır. sözgelimi bilinç-akışı, iç-konuşma, farklı kişi adıllarını bir arada kullanma, geriye dönüşler... bütünü kavramak için bulunmuş parçalama teknikleridir.

    toplumcu edebiyatın gerçekçiliği kötüye kullandığı zaman yaptığı yanlışı burada aramak gerekir. toplumu, toplumsal değişimi karmaşık ilişkiler dizgesinden kopararak tekil biçimlere sığdırmaya çalışması, dolayısıyla edebiyatı, yazan, anlatı kişilerini tanrı katına çıkararak bütün bir hayat içinde olup bitenleri birden anlatmaya kalkışması, toplumcu gerçekçi edebiyatı yazınsal bakımdan açığa düşürmüştür. yaşanmış koca bir hayatı, o hayatı anlatan kişileri bütün olarak anlayıp anlattığı savını öne sürmek, hem o toplumsal hayatın ve kişilerin mutlaklaştırılmasına yol açtı, hem de edebiyat yapıtının nesnelerinin tipikleştirilip kategoriler olarak alınmasına. böylece edebiyat da bir kategoriye, donuk bir varlığa dönüştü...

    romancı, bütünü, bütün ayrıntılarıyla birden kavrayıp anlattığına inanınca, o bütünü harekete geçirecek tezleri romanına sürme hakkını da elbette kazanır. romancının bu yaklaşımı, kendini üst-anlatıcı katına çıkaran düşünme biçimi, aslında romancının -elbette yaşadığı dönemin ürünü olan - yetersiz bilgisinin sonucudur. bilginin azı, ilkin bütüne götürür ve ister istemez o bütünü anladığını sanma yanılgısına. bilinenlerin azlığı böylece romancının işini de kolaylaştırıyor, yüzeye daha yakın bir yerde yaratılıyordu edebiyat. hayat da bu edebiyat anlayışı içinde bütün karmaşık biçimlerinden arınarak yalın bir biçim kazanıyor, anlaşılması kolaylaşıyor, çoğul anlamlar yerine, tekil anlamlara indirgeniyordu.

    oysa bilgi çoğaldıkça, bütünü tamamlayan parçalar belirmeye başlar. aşağıdan yukarı vuran baskı dolayısıyla yeni ayrıntılar, hayatın keşfedilmemiş yanları romancının yaratım sürecine yeni kılcal damarlar olarak eklenir. her birine girip dolaşması gerekir yazarın. neden sonra parçaların daha önemli olduğu anlaşılır. bilgi artıp derinleştikçe, romanın dokusu da daha sıkı örülmeye başlar. bu sürecin arka yüzünde, elbette insan da keşfedilmemiş yanlarını ortaya çıkararak zenginleşmekte, karmaşıklaşmakta, kişiliğinin o güne dek bilinmeyen yanlarının sökülmesini beklemekte, yazınsal yaratımın önüne yeni olanaklar sunmaktadır. hayat da bu edebiyat anlayışı içinde derin yapısını dışavurmakta, çoğul okumalara açılmaktadır...

    yaşar kemal ince memed'de romanın bu değişimini yaşıyordu. 1930'lu yılların çukurovası'nın ekonomik ve toplumsal durumuna karşı insanoğlunun başkaldırışını anlatan ince memed 1, uzun bir serüveni başlatır. dört ince memed romanının yazılması için gereken nesnel zaman otuz iki yıldır. bir romancının, ilkinden sonra sonuncusunu otuz iki yıl sonra tamamladığı dört kitaplık ırmak romanında zamanın yol açtığı değişikliklere kayıtsız kalması elbette düşünülemez. romancının istemi dışında, kendiliğinden büyük bir değişim yaşanır... birinci kitapta başlayan serüven ikincide içerdiği ekonomik ve toplumsal değişimi üçüncüye taşır; dördüncü ince memed romanı, denebilir ki "ince memedler"in doruk noktasına çıkar. çukurova'dan çıkarak, yaşanan büyük değişikliklerin ipuçlarını verir yaşar kemal. hem roman içerdiği bilgiyi kitaptan kitaba çoğaltmaktadır, hem de yaşar kemal, otuz iki yıl boyunca yaşadığı düşünsel değişimi romanına taşımaktadır. inci memed 1 geleneksel edebiyattan ilk kopuşu gösterirken, ince memed 4 modern romanın edebiyatımızdaki benzersiz doruklarındandır. toplumcu edebiyatın bilinen biçimlerini yıkıp onun yerine topluma dönük yeni bir edebiyat geçirmektedir yaşar kemal.

    edebiyatın topluma dönük yeni yüzü

    edebiyat, toplumu değiştirme savaşımına doğrudan katkıda bulunma kaygılarından kendini kurtardıkça toplumu anlamaya başlayacaktır. toplumun kendiliğinden değişimini anlayıp onun başkalarınca görülemeyen yanlarını anlatmaya çalışmak, edebiyatın topluma dönük yeni yüzüdür. yoksa toplumla bağlarını bütün bütüne koparmak, ayrıca olanaklı mıdır, bilmiyorum, ama bir yazarın kendini hayata bağlayan bağlarını kesmek gibidir.

    yaşar kemal, yaşadığı toplumu kendi halinde çırpınan bir bütün olarak almak yerine, onu oluşturan öğeleri bütünden kopararak aldığı için toplumcu edebiyatın ileri bir biçimini ortaya koydu. bir başına insanı bütün hayatın trajiği olarak görüp anlamak, yaşar kemal'i toplumun yaşadıklarıyla özdeşleştiren bir tutkal işlevi gördü. sonunda, hangi romanı olursa olsun, ne anlatırsa anlatsın, aynı amaca dönük durdu: toplumun özünü oluşturan trajik öğeyi yaratma eylemi içinde süzmek. tümel olandan tikel olana varmak yerine, insanın birey olarak yaşadıklarından toplumu anlama yolunu seçti. yaşar kemal'in yaprağı kırk sayfada yere düşürmesi, tikel olanın yaşar kemal romanının cevheri oluşu yüzündendir. çocuk mustafa'nın korkusu, bin beş yüz sayfalık "kimsecik" üçlemesinin özünü oluşturur. korkuyla yaşamak ve korkuyu yenmeye kalkışmak insanı insan yapan serüvenin aslıdır ve tümel olana, insanlığın yazgısına gönderir...

    kuşlar da gitti kısa romanında istanbul'un yaşadığı toplumsal çözülme, ahlaki çürüme ve doğanın yok edilmesi süreci, hayatın trajiği olarak anlatılır. yaşadığı çağa ve topluma karşı sorumlu bir yazar, demek ki bu üç yarayı taşıyacaktır. kuşlar da gitti, bir ağıttır sanki -ağıt-roman.

    bir toplum nasıl bu denli duyarsızlaşabilir ve insan nasıl bu denli geçmişinden kopup yeni yüzüyle çirkinleşebilir? bir toplum çözümlemesidir kuşlar da gitti. burada istanbul'un yaşadığı çürümeye ilenç vardır, ama onu anlamaya da çalışır roman. romanın çocuk kişileri kuşları getiren gökyüzüne öfkeyle haykırırken ağıt yakmaktadırlar sanki. yaşar kemal, toplumun kötüye gittiğini, bir zamanlar sahip olduğu değerleri bir bir yitirmeye başladığını, insan ve doğa sevgisinden yoksun kaldığını ve bu yoksunluğun geleceği de karamsarlıkla sarıp sarmaladığını anlatıyor.

    edebiyatın topluma dönük yüzü derken, yaşar kemal'in hem anlamaya, hem de anladıklarını göstermeye çalıştığını, ama öğüt verip yol göstermekle de kendini ödevli görmediğini anlatmak istiyorum.

    yaşar kemal, yazarın hayatı bütünüyle kavramasının olanaksızlığını biliyor; bu yüzden insanı yazıyor. hayatın ayrıntısı olan insanı. insandan çıkınca yazıya, yaşar kemal'in yaratma gücü de içerden dışa vuruyor. insanoğlunun hayatın yarası olarak yaşanan dünyası, sevinçleri, öfkeleri, nefretleri, korkuları, iyilik ve kötülük duyguları ve kavramları çevresinde dönenip duran şaşkınlığıyla yaşar kemal'in roman dünyasını oluşturur. bireyleşmiş insanın kimliğini içinde unuttuğu toplumun bütüncül kimliğinden çıksaydı yazıya, dışardan bakması gerekecekti insana. ucunda insanı gördüğü, ama ona ulaşması olanaksız bir yola girecekti ki, eski toplumcu edebiyatın geri dönmekte güçlük çektiği yoldur bu. yaşar kemal elli yıl önce ilk romanı ince memed'i yazdığında bile girmedi bu yola...

    ne saltık toplumcudur yaşar kemal, ne gerçekçi, ne de bunların dışında bir kavrama sığdırılabilir. bu yüzden ince memed romanı aslında ince memed'in başkaldırmaya mecburiyetini anlatırken, abdi ağa ile ince memed'in bir ırmak roman boyunca süren ruh çatışması içinde okunduğunda anlamını bulur. ama öte yandan, çukurova'ya bakıp bütün bir ülkenin ve toplumun yaşadığı değişimi anlatırken toplumcu edebiyatı eski kötü alışkanlıklarından da arındıran, yenilikçi bir tutum içindedir yaşar kemal. üstelik anlattığı değişimin gerçekliğini yaşananlardan çıkarırken, tanımlanması kolay olmayan bir büyüye de ulaşıyor.

    ince memed'den başlayarak bütün romanlarında mitlerle kurulmuş dünyalar yaratır. gerçeğin ötesine geçen, ama gerçeği ötelemeyen mitlerle bizim yaşadığımız dünyanın ötesinde bir dünya kuruyor. gerçek olmasına gerçektir anlattıkları, yazarlık etiği bakımından gerçeğe sonsuz bağlılığı da bilinir; ama yeni bir anlam biçimi ve sözdizimi içinde, gerçekil olmayan olayları da gerçekten yaşar kahramanları; gerçekliklerinden kuşku duyulacak olayları gerçeğe dönüştürür.

    ona yabancılığını aşması olanaksız çevrelerin gösterdiklerinin tersine, epopeci değildir yaşar kemal. epopeden çıkmış, ama onu yadsımıştır. bir çağdaş epopecidir: epopeyi epope olmaktan çıkarıp çağdaş romana dönüştürmüştür. bu yüzden gerçekçilikle sınırlandırılamayacak düzeydedir gerçeklikle ilişkisi; epopeden, söylenceden, halk edebiyatından beslenmiş, ama günümüzün roman dili ve biçimi içinde onları yeniden yaratmıştır.

    epopeden daha derin bir gerçekliğin peşinde, görünen gerçekliği aşmaya çalışır yaşar kemal. çünkü onun roman kişilerini anlatmanın tek yolu onların psikolojisine girmektir. insanı değil de toplumun bütününü birden yazmaya başlasaydı, hiç kuşku yok ki romanını yüzey yapıda kuracak, yatay bir düzlemde kalacaktı. oysa insandan çıkıp insana gittiği, ancak bu yoldan toplumun bütününe ulaştığı için romanlarını derin yapıda kurmuş, insan psikolojisini benzersiz bir yoğunlukta işlemiştir. "dağın öte yüzü" üçlemesindeki üç önemli romanında köy insanlarını (onlara "köylü" demek yetersiz kalıyor) romanın araçları, yalınkat nesneleri olarak kullanmak yerine, psikolojik derinlikleri neredeyse sınırsız bireyler olarak alışı bu yüzdendir. yaşar kemal "köy romancısı" değildir, ama hiçbir yazarımız da köylüyü onun kadar derinlikli ve çok yönlü yazamamıştır.

    mit : yaşayan olgu

    yaşar kemal'in kurmaca içinde mit yaratma düşüncesi, romanlarının yazınsal dokusuna büyülü bir dil ve gerçeklik katma kaygısından gelmez. anayurdu çukurova'yı insanoğlunun serüveninin başlangıcıymış gibi alan yaratma biçimi içinde, mitleri yaşamın içinde bulur. mitler, yaşar kemal'in seçtiği gerçekliğin kendisinden, yaşayan olgular olarak çıkar. onda mit yaratmak yazınsal bir oyun değil, gerçekçi eğiliminin uçlarında beliren bir yaratma biçimidir. taşbaş'ı yaratan, bilindiği gibi köyde yaşanan hayatın kaçınılmaz sonucudur. korku ve çaresizlik üretmiştir evliya taşbaş mitini. köye gelmesi beklenen bir adamın yarattığı korku. belirsizlik, bilinmezlik... toplumu anlama çabası, yaşar kemal'i mit yaratan toplumu anlatma düzeyine getirmiştir.

    toplumun bütün ve ileri dönük olduğu yanılsaması yerine, yaşar kemal parçalanmış, kaygılarla ve korkularla yaşayan, her zaman mitlere mecbur olan bir toplum tasarımı aktarıyor. denebilir ki, onun bütün romanları hep bu toplum tasarımını ve o toplum tasarımı içine sıkışmış insanı anlatıyor. yaşar kemal, o güne dek edebiyatımızda görmediğimiz yeni bir toplum kültürü arıyor: toplumu bir çocuk gibi görüyor. sonunda, toplumu görünen, bilinen yüzüyle değil, bizim göremediğimiz gizleriyle ortaya çıkaran büyük bir yazarla karşı karşıya geliyoruz.

    öte yandan, yaşar kemal'in mitlerine gerçeklik kazandıran çok önemli bir özellik de onların kutsallıktan arınmış olmalarıdır. yaşar kemal'in romanlarında dinsel bağlanmayla açıklanabilecek, yaradılış düşüncesine bağlı, kutsal mitler değil de, toplumsal hayatın karmaşasının, insanın çaresizliğinin, korkularının, zorlukların ve acıların ürettiği mitler vardır ve insanlarca da hayatın sıradan kesitleriymiş gibi yaşanır. yaşar kemal, mitleri kutsal, dolayısıyla değiştirilip karşı çıkılamaz olgular olarak gören arkaik toplumlar yerine, mitleri yaşayan, organik bir bileşim olarak gören toplum düşüncesi ortaya koyar. kaldı ki, yaşar kemal'in romanlarında acının ve çaresizliğin imgeleri olarak doğan mitler, içine doğdukları toplumsal hayat içinde yaşanabilecek olan mitlerdir, bu yüzden masal gibi okunamaz, epopeye sığdırılamazlar.

    toplumu, insanı ve doğayı umutla ayakta tutacak, ileri taşıyabilecek mitler... hayatı yeniden kurup insanlara eskinin üstüne çıkma gücü verecek; bitip tükenmekte olan hayatın yerine yenisini kurmasını sağlayacak; insana özünü anımsatacak mitler yoluyla hayatı açıklayan yaşar kemal'in roman kahramanları, eski toplumcu edebiyatın romanı durağanlığa mahkum eden tutumu yerine, toplumu, onu önce anlamaya çalışan yeni yüzüyle okurun önüne getirir. insanoğluna kendine inanma gücü verir. özüne ulaşmasını sağlar.

    bu arada ölümlü insanın karşısına ölümsüz doğanın sesi olarak çıkan yaşar kemal mitleri, doğanın da ölüme sürüklenişiyle birlikte, yok olabilir mi? kuşlar da gitti, mitlerin ortalıktan çekildiği bir kısa roman oluşunun nedenini doğanın çürümesi yüzünden toplumun da çürümeye yüz tutuşundan alır. kötümserdir kuşlar da gitti. kötümserliği yüzünden mi bu romanda mitlere başvurulmaz?.. insanın ayakta durmak için destek aldığı mitler, büsbütün umutsuzluğa düştüğü yerde yok olmuş gibidir...

    demek ki yaşar kemal'in topluma dönük yaratıcılığı, mitler yaratan, yarattığı mitlerle bilgiye ulaşan, böylece insanları aydınlatan, kurmaca gerçekliğin gücünü gerçeklikten almasına yol açan bir yazınsal düzey yaratır. bu yüzden yeni edebiyatın toplumcu yüzünü yansıtır...

    doğanın ve toplumun tükenişi

    yaşar kemal yarım yüzyıl boyunca insanoğlunun yüzlerce yıllık serüvenini anlattı, önce insanı yazdı. sonra doğa gelir, insanı yaratan ve insanlaştıran, insanı insan yapan ortam... bu yüzden doğanın insan eliyle yok edilişinin sonunda, sıranın insanın yok oluşuna geldiğini belirtir yaşar kemal. bitkilerin, hayvanların ve kuşların soyu tükendikçe insanın da tükeneceğinin kuşkusuz olduğunu düşünür. insan, doğayı öldürerek intihar etmektedir. yaşar kemal'in romancılığını evrensel ölçülere ulaştıran etmenlerin ilki insanoğlunun serüvenini gözlemden değil, yaratıcılıktan ve düşlerden çıkaran yaratma edimi; ikincisi de doğanın benzersiz anlatıcısı oluşudur.

    yaşar kemal bilindiği gibi çukurova'yı anlatır; ama onun anlattığı çukurova, bizim bildiğimiz çukurova mıdır? romanlarındaki doruklarından ışık topları kopan dağları, dikenlik çölleri, coşan kaynakları, ırmakları, insanları çukurova'da görmek olası mıdır? "kimsecik" üçlemesinde anlattığı çocuk mustafa'nın özyaşamöyküsel olduğu söylenir, ama o çocuk mustafa ile yaşar kemal'i özdeşleştirmek olanaklı mıdır?.. yaşar kemal bizim bildiğimiz çukurova'yı değil, yalnızca kendi yaratıcılığının ürünü olan çukurova'yı anlatır, gerçeği de kendisinde yaşayan gerçektir.

    öte yandan, yaşar kemal'de doğanın kırımı öfkeyle karşılanmaz; roman kişilerinin doğayı çaresizce yok etmelerinin nedenlerini çözümlemeye çalışırken, insanın acıklı hallerine eğilir. çağımızın tragedyası'ndan söz ederken, insanın ve doğanın tragedyasını anlatıyor yaşar kemal. onu eski toplumcu edebiyattan ayıran özelliklerden biri de, toplumun bütüncül tragedyasından söz etmek yerine, toplumun acınası durumunun yaraladığı insanın bireysel tragedyasından ve doğanın insanın yok edici gücü karşısında çaresiz kalışından gelen tragedyadan söz etmesidir. bir tragedya yazarı olarak bütün ezikliği içinde diklenenleri, uyum göstermek istemeyenleri, isyan edenleri, yenilgiye karşı koyanları anlatır. toplumun yaşadığı tragedya değil, bireylerin yaşadığı tragedyadır onun yazdıkları.

    kuşlar da gitti'de florya düzlüğünde başlayıp istanbul'un büyük alanlarına uzanan bir doğa ve toplum öyküsü anlatılır. "florya düzlüğü florya düzlüğü olduğundan beri, ta bizanstan, osmanlıdan bu yana", küçücük istanbul kuşlarının mekanı olmuştur:

    ve o günlerden bu günlere kadar da istanbul şehrinin insanları bu kuşları türlü tuzaklarla yakalarlar. yakalayıp hıristiyansa kiliselerin, yahudiyse sinagogların, müslümansa camilerin önünde azat buzat, beni cennet kapısında gözet, satarlar. istanbul şehrinin göğünü çok ucuza cennet karşılığı alınıp bırakılmış kuşlar doldurur. özellikle kuşları alıp bırakmaya çocuklar meraklıdırlar.

    öykünün başlangıcı böyle olsa da, sonunun böyle gelmeyeceği bellidir elbette. insanlar da o başlangıçtaki gibi değildir, toplum da...

    kuşlar da gitti, bu öykünün yazıklanacak bir sona gidişini anlatır. tuttukları kuşları cennete gitmek isteyenlere azat buzat ettirerek para kazanıp geçimlerini sağlayan çocuklar, sonunda acı gerçeği öğrenmeye başlayacaklardır. artık ne cennetin kapısını düşleyen kalmıştır istanbul'da, ne de kuşları azat buzat etmek isteyecek insanlar. insanlıklarını unutan insanların kenti olmuş, değişmiştir istanbul. istanbul'un gökyüzü değişmiştir. eskiden olsaydı, her gün binlerce kuş azat buzat edilerek iyicil düşlerle yaşardı insanlar, istanbul'un çocukları da sevinirdi bu arada.

    bir zamanlar gökten kuş yağardı istanbul'da ve o kuşlar insanların gelecek umudunu mavi göğe taşırlardı. oysa şimdi kuşlar da gitmeye, çocukların kafesleri boşalmaya başlamıştır. çocuklara yardım eden balıkçı mahmut gibi iyi insanların çabası da istanbul'u "kirinden pasından, göz oyan kıskançlığından, kötülüğünden" kurtarmaya yetmemektedir. "şimdiki insanlara vız geliyor kafeslerde küçücük kuşların ölmesi." kuşlar da küsmüştür artık. romanın son tümceleri ağır bir kötümserlik duygusuyla gelir :

    uzaktan, istanbul'dan uğultular geliyor, kızıl kanatlı yırtıcı kuş menekşenin üstünde, göğsünü esen yele verip kanatlarını germiş süzülüyor, önümde istanbul şehrinin acımasızlığının, yitmişliğinin, kendi kendini, insanlığını unutmuşluğunun, çok şeyler yitirmişliğinin bir anıtı, yüzlerce kuş başından dikilmiş bir anıt duruyordu.

    kuşlar da gitti, büyük kentin yok oluş miti yerine de geçebilir. yaşar kemal'in romanlarında hep olduğu gibi, mitler durduk yerde ortaya çıkmazlar da, öykünün yaptığı bir dönüşümle belirirler. anlatılanlar birdenbire mite dönüşüp okuru şaşırtmadan, kendiliğinden bir değişim geçirirler.

    kuşlar da gitti'nin istanbul betimlemeleri de yaşar kemal'in yaratıcılığını gösterir. özellikle romanın en güzel bölümleri arasında bulunan dolapdere ve taksim betimlemeleri, istanbul'un bu iki ayrıksı yaşam alanına dönük toplumsal bir çözümleme, değişim sancısı gibi de okunabilir. yaşar kemal, toplumun sızdırdığı sorunları ayrıntılarına girerek anlayıp anlatmaya çalışan yazar tutumuyla düşündürücü bir öykü, bir büyük kent ağıtı yazmıştır. bir yazarın toplumsal ilişkileri nasıl anlayıp anlatması gerektiği konusunda örnek olduğu da saptanabilir. onun bütün romanları anlattığı insan topluluklarının ve tek tek insanların geçmişten bugüne uzanan serüvenleri içindeki kaygılarını, korkularını, acılarını, umutlarını, umutsuzluklarını anlama çabasının ürünüdür. yoksulluk ancak bu kadar yalın anlatılabilir, dedirten şu tümceleri de atlamayalım :

    paranın kalanını da yemişler, istanbul'a para mı dayanır, sinemaya gitmişler, çekirdek almışlar, dondurma yemişler, bozacıya uğramışlar, vapura binip kadıköye bile geçmişler.

    yaşar kemal romanlarında: ben toplumcuyum, demez okura, öyle olduğunu göstermez. roman dili ve anlatım biçimi yaşar kemal'in toplumcu bir yazar olduğunu belirtir. belirtmekle yetindiği için de benzersiz bir romancıdır.
  • (bkz: döngele)
  • öyle güzel bulgur pilavı yerlerdi ki bu üçlemede, sırf o anlar için karakterlerinden biri olmak isterdim her yeni seferde. çukurovayı (kesme işareti bilerek kullanılmadı bu cümlede, yaşar kemale selam mahiyetinde) anlatmakla birlikte bazı insanların acımasızlığının bazı insanların çaresizliği olduğunu işler yüreğe inceden inceye. umuda, umudun çöküşüne ve yeniden yükselişine dairdir tüm öykü.
  • modern bir kurguya paralel, her kitapta farklı yoğunlukta olsa da büyülü gerçekçiliği derinden hissediliyor. bunu, yazılış zamanına bakarak söylüyorum, yaşar kemal'in latin edebiyatından yakalamış olması pek mümkün görünmüyor. bu daha çok yerel yaşamdan, yerel mitlerden yola çıkarak onları yeniden yorumlamakla ilgili sanırım.

    ortadirek yolda geçen bir roman. köylülerin ovaya yolculukları anlatılıyor. uzunca ali annesi meryemce'yi sırtında taşıyor, ama inatçı meryemce, koca halil'e duyduğu hasetten, durmadan geri gidiyor. mizahı en yüksek kitap birincisi bence.

    yer demir görk bakır'daki korku temasının işlenişi muhteşem, derinden bunuel filmlerini çağrıştırıyor köydeki atmosfer. köyden nedensiz kaçmaya çalışan insanlar, köylünün adil ağa'dan, adi ağa'nın köylüden delice korkması, birbirlerinden habersiz önlemler almaya çalışmaları vs.

    ama ölmez otu, memidik'in hikayesiyle kitabın bütününe yedirilmiş bir büyülü gerçeklik sunuyor bize. hem memidik ve bir türlü kurtulamadığı ölüsü, hem de köylünün gerçeklikten kopuk dünyaları, taşbaşoğlu'nun dramı, ve bütün bunlara ev sahipliği yapan çukurova ile kitap üçlemenin en iyisi benim için.
  • anne meryemce'de gizli anadolu kadını kimliğiyle, yorulmak nedir bilmeyen çiftçinin bulgur pilavında gizli fakirliğiyle, tecavüze uğramış bir kızın yaşadıklarında gizli toplum bastırılmışlığıyla üç koca kitap boyunca somut hiç bir şey anlatmadan tüm türkiye gerçekliğini ayrıntılarına sızdırmış ve hakkını vererek okuyan için dünyaya bakışını değiştirecek üçlemedir.
  • psikoloji ve simgesel öğelerin yer yer ağır bastığı “dağın öteki yüzü” üçlemesi ortadirek, yer demir gök bakır ve ölmez otu’ndan oluşmaktadır. bu üçleme, yazarın ortadirek’in önsözünde de belirttiği gibi, kendi yaşantısı ve tanıklığıdır. ilk kitabı olan ortadirek’te (1960) yazar, torosların arka yanındaki bir köyün insanlarının, pamuk tarlalarında ırgatlık yapmak için, çukurova’ya doğru yola koyuluşlarını, tabiatla dövüşe dövüşe çukurova’ya varışlarını anlatır. roman destansı bir hava içinde ve bu havaya uygun bir türkçe ile kaleme alınmıştır. dizinin ikinci kitabı yer demir gök bakır (1963) bir köy topluluğunun mit yaratması öyküsüdür. yer demir gök bakır’da, güçlükler içinde bunalan, yaşama şartlarını değiştirmek için bir umutları, bir düşünceleri olmayan köylülerin, insanoğlunun çaresiz kaldıkça başvurduğu çözüme başvurarak, bir mit yaratmalarını ve bu mite sığınışlarını anlatır. üçlemenin son kitabı ölmez otu’nda ise bir yandan değişen koşullar içinde bu mitin yıkılışı anlatılırken, diğer yandan da bir kişinin bir cinayet mitini yaratışı anlatılır. üçlemenin ilk iki kitabında korkunç sefalet koşullarında duygulanımlara kapılmadan, büyük bir serinkanlılıkla ve bir romancı gözü ile köyün ekonomik ve toplumsal gerçekliği, köylülerin yaşama ve çalışma koşullarını veren yazar ölmez otu’nda nesnel koşulları geri plana alarak doğrudan doğruya insana eğilir . son iki kitapta bir ermişin var oluş ve yok oluş süreci söz konusudur.
  • yky'nin ustanın üçlemesini ( ortadirek, yer demir gök bakır, ölmez otu) birleştirip 840 sayfalık tek kitapta topladığı devasa eserin adı.
    --- spoiler ---

    sade bir okur olarak kıyaslama yapacak olursam içlerinden beni en etkileyeni ortadirek oldu, belki ikinci ve üçüncü romanda kitabı tutmaktan yorulan ellerimin ve kitabı düşürmemek için hâlden hâle girmemin de bunda bir etkisi vardır. ama o meryemce yok mu o meryemce.
    her ne kadar romanda ana kurgu bir köy etrafında dönse bile bence ana karakter meryemcedir. ölmez otu meryemce.. tıpkı yüzyıllık yalnız lıktaki ursula gibi. ki yaşar kemal ortadirek i 1960 ta, marquez ise yüzyıllık yalnızlık ı 1967 de yazmış. bu kadar uzak iki coğrafyadan bu kadar benzer iki karakter çıkması insanların çok da farklı olmadığını göstermez mi ?
    --- spoiler ---
    bu üçlemeyi okurken iyi ki anadilim türkçe dedim, ve yaşar kemalin vasiyetini bol bol içimden geçirdim :

    "bir, benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. iki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. kimse kimseyi aşağılayamasın. kimse kimseyi asimile edemesin. insanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin.

    benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir.
    benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar."
hesabın var mı? giriş yap