• yeni türkünün türkülerinden birinin* insanı nostaljilere gark eden* bir tümcesi.
    (bkz: insan büyüdükce yok olan şeyler)
    (bkz: biz biliyoruz da mı oynuyoruz)
  • (bkz: telli turna)
  • geçen haftaki star gazetesinin bulmaca ekinindeki kelime karalamaca çözülünce ortaya çıkan cümle.
  • yeni türkü adlı grubun müziğiyle bütünleşmiş bir murathan mungan dizesi..
  • insanın küçükken herşeyi tozpembe görmesi, hiçbir ciddi olayın farkında olmaması ve büyüdükçe aha sıçtık gibi serzenişlerde bulunarak herşeyin zorluğunun farkına varmasıyla kuracağı cümle.
  • saflığın, masumiyetin kısacası iyi olan her şeyin, soluduğumuz siyah havada uçup gittiğini açıklayan cümle...
  • nils ve ucan kaz gibi cizgi filmleri ve uzerimdeki etklilerini hatirlayip zamane cizgi filmleriyle kiyasladigimda aklima gelen sarki nakarati
  • işyerindeki çaycı kadınlar nasıl hüpletiyorlardı peynir ekmek ve yeşillikleri koca göbeklerine aldırmadan. bütün mutfak taze hıyar kokuyordu.

    en son çocukluğumdan bilirim ben o hıyar kokusunu. bizden iki yaş büyük çingene çocuğu mustafa, yaz tatillerinde deniz kenarında tuzlu badem diye satardı o hıyarları üzerine buz koyup serinleterek...

    bizim mustafa’nın hıyarlarına verecek paramız olmazdı; ama zaten kendi bahçemiz vardı. kendi ektiğimiz sebzelerle doluydu bahçemiz. bitkiler yanmasın diye akşamları sulardık hıyar, domates, biber, enginar, ayşekadın fasulyeleri ve daha bir çok sebzeyi... sulamak için can atardık, parmaklıkları boyayabilmek için tom sawyer'a yanaşan çocuklardan hiç farkımız yoktu. "sen çok suladın artık!" deyip kardeşimin elinden kapardım hortumu. hep en çok ben sulardım aslında. ben abi olduğum için olduğum için bunun adaletli olduğunu sanardım. ama belki de üzerime yapışmış bir lanetti. çöpü de hep ben dökerdim o taşıyamaz diye... bostanı daha çok ben sulayarak ödeştirirdim durumu aklımca. o sular can olur, kan olur ertesi gün bize kızarmış domates olarak geri dönerdi. hayatta oldukça unutmayacağım; o bahçeden koparılmış taze ve kendinden tuzlu domatesin tadını. şimdi satılan organik domatesler falan hikaye...

    annem çarşamba günleri öğleyin okuldan çıkıp eve yetişemezdi. cantık gönderirdi babam bize öğle yemeği niyetine. cantığın kokusu bütün apartmanı sarardı; ama kendisi sadece kardeşimle benim mideme dolardı. limonla öldürürdük cantığın yağlarını bir güzel. yeşillik de tıkıştırırdık içine hüpletmeden önce...

    bizim iskelenin dibinden çektiğimiz istavrit ve izmaritlerin kuyruk altını yem yapıp babamın yakaladığı lüferleri saymıyorum bile. hem onlar lüfer değil kofanaydı. kolum kadar balıklar çekerdi babam makineyle. gemiyle gelen bir turistten almıştı o lüferleri çektiği kamışla makineyi. mahallenin en uzun uzun kamışı bizimkiydi, en büyük makinesi de... yakaladığımız balıkları deniz suyuyla temizlerdik daha tazecikken. annem evde yeşil salatayı hazırlar olurdu biz onları yakalayıp temizlerden.

    yılda bir bursa'ya gittiğimizde iskender oğulları'na götürürdü babam bizi. iskenderin üstüne dökülen kızgın tereyağının formülünü eskişehir'de bir iskenderciye vermiştim iskenderi pek lezzetli değil diye düşünüp. adam bozulmuştu, "bunda da tereyağı var." diye açıklama yapmak zorunda kalmıştı. "sizin mercimek çorbanız da onunlarınkinden daha güzel." diye teselli etmiştim aklımca o salaş lokantanın sahibini. hem iskender oğulları'nın genzi yakan şırasının yerine kolaları da vardı ne güzel. o zaman kapitalizmi pek bilmezdik. eve kola alınacak diye aylarca beklerdik. o bir litrelik kola ertesine güne kalırdı. daha ertesi gün de şişesini satardık. şimdi iki buçuk litrelik kolalar var. ne şişesi satılıyor; ne de ertesine güne kalıyor bunlar.

    yediğimiz midyeleri babam kayalıklara dalıp toplardı. arada sırada gemiye çıktığında geminin güvertesine düşen kırlangıçlardan çorba olurdu akşam yemeğinde. zıpkınla avlanmaya gittiğinde ise bilirdik ki; akşam yemeğinde pisi balığı ya da kalkan olacak...

    beyaz peynir karpuz yerdik bazen öğlenleri. o pastörize olmamış peynirin tadını alabilmek için brusella olmayı göze almak gerekiyor şimdilerde... kahvaltıda, roka tere, kuzu kulağı eksik olmazdı. nasıl güzel geliyor kulağa isimleri; oysa bunlar allahın otu dağlarda biten. gidip çitlembik toplardık tepelerden, annem bize salata yapsın diye.

    genelde ot yiyerek geçiyordu hayatımız. ot yiyorduk; ama daha ot olmamıştık o zamanlarda. öğrencilik bitene kadar yediğimiz her şey lezzetliydi nasıl olduysa... sabah ve akşam yemeklerinde çift kaşarlı tostlara alışmamıştık daha. eve kaşar kırk yılın başı girerdi pahalı diye. eh, biz de kaşar olmamıştık daha o yıllarda. o güzelliklerden faydalanmak yerine her şeyin, her anın tadını çıkarırdık.

    artık ot yiyemiyoruz pek. istanbul'da ot nereden bulacaksın ki? dedemin önünü kesip bahçeyi suladığı boklu dereyi nerede bulacaksın? her gün işe giderken kadıköy çayırbaşı civarı bok kokuyor; ama bokun kendisini göremezsin; sadece kokuyor. hiç bir bahçe de sulanmaz o yarı deterjanlı sularla. direk denize gider o sular. o denizden yakaladığın balık kurşun rengidir. bok kokmaz; ama balık gibi de kokmaz. sahilde satılan uskumrular taa isveçlerden gelmiştir memlekete. besleyecek bokumuz kalmadığı için deterjanla, cıvayla, fosforla beslediğimiz balıklar yenmez. yense de tadı olmaz...

    biz büyüdük de kirlendi dünya. ama kendi kendine değil. nasıl kirlensin ki; biz sıçmasak içine...
    sıçtık, sıçmadık mı?

    kirlendi...
    kirlenmedi mi?
hesabın var mı? giriş yap