• 71. cannes film festivalinde eleştirmenler tarafından en beğenilen film olsa da eli boş dönmüştür.
  • daha önce oh ahsiseu, bakha satang ve shi filmlerini izlemiş olduğum yönetmen lee chang dong'un haruki murakami'nin öyküsünden uyarladığı son filmi. kore sineması aşığı bir insan olarak merakla bekliyorum. eleştirmenlerce epey beğenilmiş olması da ayrıca heyecan verici. fragmanı için tık tık.
  • az daha iyi ucan mekanikler yapıyor diyecektim ;)
  • yüksek imdb puanıyla 2018 yılında dikkat çekmiş kore filmleri arasında olan ve özellikle kore sinemasının aksiyon,dram ve gizemini seven biri olarak filmin imdb'de dram ve gizem kategorisinde olması;ayrıca fragmanının da biraz aksiyon çağrıştırmasıyla filmi izlememe sebep oldu.

    öncelikle filmi teknik olarak ele aldığımızda ;
    kesinlikle bir dram filmi diyemeyiz.. ama bu tür senaryo ve diyalog üzerinden yürütülen filmlerin de dram kategorisinde ele alındığı gerçek..ayrıca filmin ilk 1 saat 33 dakikalık bölümü sadece romantik aşk üçgeni tarzı ilerlerken son 1 saatinde yer yer gizem barındırıyor aksiyon hiç yok ve temposu neredeyse hiç artan bir film değil fragmanına aldanıp izleyeceklere şimdiden bunu söylemek isterim.. yine çok standart bir kurguya sahip film çok nadir bir iki flashback sahnesi var kurgu süsü olarak..

    oyunculukları ele alırsak ;
    filmin baş rolünde yoo ah in var ve jong soo karakteriyle görüyoruz..filmde taşrada yaşayan fakir,çok saf hatta filmin belli bir dakikasına kadar bakir bir genci oynuyor..filmin bende en hayal kırıklığı yaratan tarafı yoo ah in ' in bu karaktere hiç uygun bir tip olmamasıydı adamda gram saf çocuk tipi yok ve film boyunca izleyiciye çok yapmacık geliyor hele ki filmin neredeyse tamamında tüm sahnelerinde olan tek oyuncuyken..
    filmin diğer karakterleri jeon jong seo(hae mi) ve twd dizisinden tanıdığımız steven yeun(ben) karakterleri.. filmin en iyi yanı hae mi rolünde oynayan bayan oyuncuydu. --- spoiler --- dizinin sadece yarısında olmasına rağmen --- spoiler ---özellikle hae mi nin yarı çıplak dans sahnesi filmi festival filmi yapacak tek sahneydi diyebilirim..diğer karakter ben ise karşımıza kibar,cool ve zengin bir erkek olarak çıkıyor..

    senaryodan biraz bahsetmek gerekirse ;

    filmin başlarında hae mi ve jong soo'nun , jong soo dan kaynaklanan tesadüfi gelişen saf ve kısa ilişkilerine şahit oluyoruz ardından hae mi afrika gezisine gidiyor ve jong soo ya kedisine bakmasını söylüyor ..(burada detay vermeyeyim kedi sahnelerine dikkatli odaklanmanız lazım ileride filmi anlamak için)..hae mi afrika dönüşünde ben karakteri ile dönüyor ..buradan sonra aşk üçgenine benzer 1 saatlik bir bölümü var filmin; buradaki detay jong soo nun eskimiş bir kamyonet kullanırken ; ben in yeni bir porsche araba kullanması ve hae mi'nin lüks düşkünlüğü..bu üçlünün birlikte olduğu ve ben'in lüks yaşamında geçen sahnelerde hae mi sınırsız eğlenirken jong soo'nun diskolardan kaçıp ahırlara gidip tezek toplarken eğlendiği* detaylara denk gelicez.. filmin 2.bölümünde ise hae mi nin gizemli bir şekilde ortadan kaybolması sonucu jong soo'nun ben'in peşine düştüğü sahneler var ve anlamsız bir sonu var filmin..
    film anlaşılamayacak bir film değil fakat filmin ileri sahnelerinde sıkılıp kapamamak için kedi detayına ve jong soo'nun babasının mahkemesini takip etme sahnelerine dikkat etmenizi öneririm.
    genel olarak olumlu eleştirilerden sonra daha iyi bir film beklerdim kore sineması standartlarının altında bir senaryo ve oyunculuk performansı..

    --- spoiler ---

    -jong soo'nun hae mi yokken evine gelip ,mastürbasyon yaptığı sahneler çok abes ve anlamsızdı..
    -jong soo'nun ben'i takip ettiği sahneler çok amatörceydi yani o denli belirgin bir kamyonetle insan geçmeyen arazilerde çaktırmadan takip yaptırtılar.
    -jong soo kadar saf bir karakterin hae mi ile paldır küldür bir ilişkiye girmesi de filmin diğer kötü detayıydı.
    --- spoiler ---
  • az once world cinema amsterdam festivali kapsaminda mahallemin rialto'sunda izledigim film. baba hikayesini oturtamasam da hikaye anlatimini ve kafada biraktıgı "mı acaba?"larini sevdim.
  • ben sevdim ama önüme gelene tavsiye edemeyeceğim filmlerden. eğer 2,5 saat süren ve temposu pek yükselmeyen filmlere alışkın değilseniz izlemeyin derim. çünkü sonra buraya gelip "çok sıkıcı" diye yazılacak ve evet, bu tür yavaş tempolu filmlere alışkın olmayanları aşırı sıkacak bir film burning. güney kore'nin "arada bir" film yapan, filmleri arasına 3-5-8 yıllık aralar koymaktan çekinmeyen usta yönetmeni lee chang-dong'un önceki filmleri daha sürükleyiciydi. yönetmenin tüm filmleri uzun (2 saat +) ama bazıları buna rağmen heyecanla izleniyor, süreyi fazla hissettirmiyor. milyang öyle bir film, bakha satang öyle bir film. bakha satang zaten karakterin intiharıyla açılıp onu bu noktaya getiren sebeplerin ilkine doğru yavaş yavaş yol alan, heyecanla izlenen bir film.

    ama burning diğer filmlerinden daha yavaş bir film. 2,5 saat sürüyor. öyküde birbirlerinden farklı 3 kişi, ama filmin odağında esasen tek bir kişi, saf-fakir jong-su yer alıyor. tempo çok yükselmiyor. ilk 30 dk'dan sonra öyküye zengin ve gizemli ben'in dahil oluşuyla ivme kazanıyor film ama gerilim, aksiyon aranırsa yok. lakin filmin amaçladığı rahatsız ediciliğe sahip burning. kapalı kutu görünen ben ve aşk üçgeni izleyiciyi yer yer rahatsız edebiliyor. zira bu ben kimdir, nasıl böyle zengindir, neyin nesidir sorularına yanıt verilmiyor. film hem muhteşem gatsby'i (parti yapıp duran ben, zengin ve fakir erkekler arasında kalan kadın) hem de patricia highsmith'in eserlerini hatırlatıyor.

    spoiler

    ilk 30 dk'da ana karakter tanıtılıyor. saf, fakir, ebeveynleriyle sorunları olan bir genç. jong-su, hae-mi'yle yolu kesişince ona âşık oluyor, sonrasında filme adını veren "burning". yani hae-mi, jong-su'dan uzaklaşıp ben'le takılmaya başlayınca jong-su daha da yanıyor, kıskanmaya başlıyor, kızın evine defalarca kez gidiyor. film jong-su'nun hayatı tanımaya başlamasını, bir nevi büyümesini anlatıyor esasen. jong-su ilk kez zengin bir eve gidiyor, ilk kez zengin bir mekânda oturuyor, bara gidiyor. sevdiğim tarafıysa nüanslar: bara giden jong-su buradan zevk alamıyor, köy evine dönüp ahırı temizlemekten daha çok hoşlanıyor. zira bu iki sahne arka arkaya geliyor. jong-su barda eğlenemezken buzağının altını temizlediği an pek keyifliydi.

    tabii bu üç karakter de birbirlerinden farklılar. mesela ben kapalı kutuyken sonradan onun seraları yakmaktan hoşlandığını öğreniyoruz, zengin ve sorunlu birisi. bu durum filme biraz ivme kazandırıyor, aynı zamanda filmin adı olan "burning"e de uyuyor: jong-su içten içe yanarken (kıskançlık, aşk, merak -hae-mi nerede?- vs), ben seraları yakmaktan haz duyuyor. iki karakter de sorunlu. jong-su başta saf, utangaç, gözünün önündeki göremeyen bir portre çizerken bir saat sonra (tabii bu bir saatte aylar geçiyor) "acaba hae-mi için ne kadar ileri gidecek, gözü dönüp ben'i öldürecek mi?" diye düşündürtmeye başlıyor. sanki birazdan zıvanadan çıkacakmış gibi bakıyor aktör ve filmi highsmith romanlarına bağlayan o "beklendik" son gerçekleşiyor: böyle deli deli bakan, içten içe yanan, sevdiği kızı bulamayan jong-su finalde ben'i bıçaklıyor, ki karakterin pek çok tarafı highsmith'in eli kanlı katili mr. ripley'e benziyor. aslında tüm karakterler gizemli. jong-su'nun hae-mi için ne denli ileri gideceğini kestiremiyoruz başta ama finali tahmin etmek mümkün. ben zaten en gizemli karakter ama hae-mi de öyle. jong-su'yu seviyor mu, ben'e âşık mı, nereye kayboldu? öldürüldü mü?

    kaybolmak derken... film türden türe zıplıyor yavaş temposuyla. büyüme türündeyken ben'in gelişiyle gizeme rotayı kırıyor, sonrasında polisiye türüne zıplıyor: hae-mi, jong-su'yu arıyor, ama konuşmuyor, o sırada bir şeyler oluyor, sonra kız kayboluyor. jong-su bir yandan seraları kontrol ederken daha sonra sevdiği kızı bulmaya çalışıyor. bu durum da filme diğer ivmeyi kazandırıyor. aslında o denli de temposuz değil. mesela hae-mi'nin aranışı heyecanlıydı. temposu çok yükselmese de merakla izleniyor film. özellikle hae-mi kaybolduğunda. nüans demiştim. sıkça anılan şeylerden birisi de kuyu. hae-mi "kuyuya düşmüştüm, jong-su kurtarmıştı beni, çok üzgündüm, öleceğim sanıyordum" diyor ama sonra hae-mi'ye yakın kişiler kuyunun olmadığını söylerken, jang-su'nun annesi kuyu vardı diyor. izleyici de jong-su gibi kime inanacağını şaşırıyor. hae-mi kuyuyu uydurmuş muydu, kuyu var mıydı yok muydu, varsa gerçekten kuyuya düşmüş müydü, yoksa "kuyu" bir metafor muydu? yoksa hae-mi kuyu derken jong-su'yla yolunun kesişmeden öncesini mi belirtiyordu? jong-su hayatına girince mutlu olduğunu mu ifade etmek istiyordu? sorular sorular...

    velhasıl bence oldukça iyi bir film.

    spoiler
  • “gün batımı gibi kaybolmak istedim. ölmek çok korkutucu. keşke hiç var olmamış gibi kaybolabilseydim.”

    haruki murakami'nin kısa hikayesi barn burning'in sinemaya adaptasyonu olan bu hikaye, bir ilişki draması olarak başlayıp daha ötesine geçiyor. filmin başından itibaren seyirciyi çok güçlü bir tekinsizlik ve belirsizlik hissi sarmakta. aşk üçgeni gerilimi, platonik aşk, aile yükümlülükleri, toplumsal cinsiyet, sosyal statü farkları gibi temaları iç içe geçirerek, bunları muğlak bir hikayenin fonunda sunabilmesi takdire şayan.

    filmde gerilimin inşası çok başarılı. öfke adeta gerilen bir yay gibi mütemadiyen rahatsız etmekte. sistematik olarak yükselerek tedirgin ediyor. ana karakterle o kadar bütünleşiyorsunuz ki, sürekli istim üstünde gibisiniz. her an bir şey olacakmış hissi. sessiz telefonlar, yemek yapmayı tanrı'ya kurban vermek olarak tanımlayan bir tür ne idüğü belirsiz kaymak tabaka insanı. ve içsel arayışta olduğu bariz tuhaf bir kız.

    ana karakterin de ne düşündüğünü ve neyi, niçin yaptığını asla kestirememek filmin bol entrika kokan atmosferini perçinliyor. suratındaki o kalıplaşmış alık ve mimiksiz ifadenin altında hiçbir anlam bulamamak bile başlı başına sinir yıpratan bir deneyim. hiçbir soruyu cevaplamak için acele etmiyor film; hakkında ne kadar düşünürsek, o kadar çok soru kalıyor geride. gerçeklik duygusunu en ham haliyle vermekte çok başarılı. minimalist yapısı ve sakinlikle bezeli dokusuyla gerçek hayatın portrelerini izliyoruz esasen. her şeyi çok gerçekçi bir şekilde hissettiğiniz ama gördüklerinizi tanımlamakta zorlandığınız bir rüya deneyimi gibiydi aslında bu filmi izlemek. o klişe tabirle şiirsel sinema da diyebiliriz pek tabii ki. kentsel ve kırsal alanların sinematografisiyle her karakterin gerçek doğasının ortaya çıkışını izlemek, sinema sanatını neden sevdiğinizi size bir kez daha hatırlatıyor.

    anlatının seyrindeki beklenmedik dönüşlerle allak bullak olabiliyorsunuz. jongsu'nun kafa karışıklığıyla seyirci olarak manipüle olmak işten bile değil. bulmaca çözer gibi veyahut labirentte ilerleyen bir kobay faresi ruh halinde hissetmek serinkanlı kalabilmeyi zorlaştırıyor.

    seyircinin kafasında daima küçük küçük sorular oluşuyor. her ayrıntıda, her gelişmede soruların ardındaki gizemi çözmeye çalışıyorsun. ilerledikçe kimi sorular eleniyor, kimileri dönüşüm geçiriyor. filmin interaktif bir havası var. seyirci olarak hikâyeden tek bir an dâhi dışlanmıyorsun. hep içindesin. tüm o belirsizliğin yarattığı gerilim ziyadesiyle boğucu. bu denli yalın ve esrarengiz anlatımla bile yönetmen algılarınla çok etkili bir şekilde, ustalıkla oynuyor.

    filmin ilk yarısında, protagonist ile özdeşleşip "maruz kaldığımız" o takip ediliyormuş hissi, sanki sizi kötü emellerine alet edecekler tekinsizliği, ikinci yarıda ters istikamette ete kemiğe bürünüyor. bu kez merkezdeki karakterle beraber stalker moduna girerek saplantılı bir yolculuğa çıkıyoruz. filmi jongsu'nun bakış açısıyla deneyimlerken şüpheci ve paranoyak bir görüş ediniyorsunuz.

    spoiler

    başlarda, kız ile zengin adamı bizim köy çocuğuna karşı gizli bir tehdit olarak algılamak zor değildir. * kızın kaybolmasıyla beraber zengin adamın sayko bir katil olduğunu düşünmek de.. fakat son kertede asıl psikopatın jongsu olduğu ve onun sanrılarının tesiri altında savrulduğumuz ortaya çıkıyor. babasından nefret etmesi ama onun öfke ve şiddet eğilimini bizzat taşıması gerçeği çok çarpıcıydı. *

    jongsu sevişirken gardıropa gözünü diktiğinde orada birinin onları gözetlediği şüphesi seyirci olarak çok güçlü gelmişti. ama film bittikten sonra bu tür sahneleri düşündükçe aslında hepsinin jongsu'nun patolojik durumundan kaynaklandığı ihtimali ağır basıyor.

    iki erkek üzerinden taşralı-şehirli çatışması da çok ince verilmiş. sosyal sınıflar arası uçurum ana konunun çevresinde dönmektedir. taraf olarak da yerimiz bellidir. ana karakter üzerinden koreli gatsby'i paranoya bulutları arasından görürüz sadece. ben karakteri antagonist varlığıyla belki de filmdeki en ilgi çekici karakter. jongsu onu takıntılı bir şekilde takip ederken aslında ibrenin haemi'den kopup direkt ben'e kaydığını anlayamayız ve arabaya binerken "seni kıskandım" lafını duyarız gatsby'den. kıskandı, yok etti ve yaktı. çünkü o güçlü ve vurdumduymaz. yapabilir. yapmıştır. halbuki jongsu cephesinden yükselen kıskançlığın kıvılcımları yanmaktadır o vakit. yönetmenin attığı kancaları çözümlemeye uğraşırken asıl yanmakta olan şeyi net göremeyiz. son bu yüzden seyirciyi kamyon çarpmışa çevirir. paranoyak, sosyopat ve belki psikopat bir ana karakterin hastalıklı kafasıyla 2 buçuk saat geçirdik. yan etkileri titreme, şok ve mide bulantısı oldu.

    ben'in sera yaktığını söyleyip aslında yakmaması ilginçti. haemi gibi genç kızları öldürüp yakarak yok etme metaforu olarak düşündüm bu sera yakma hikayesini. jongsu etrafta ciddi bir arama yapmasına rağmen yanan tek bir sera bile bulmamıştı. ben'i düşünürsek tabiri caizse kasım kasım bir herif. ot içerken kendisiyle ilgili havalı ve sert bir hikaye uydurmak tam ona göre bir hareket olurdu. kundakçı olmadığı her halinden belli. ama seri katil havası kesinlikle vardı. önce, bunu bir tür mecaz olarak kullandığını düşünmek kolaydı ama film bittiğinde sadece çılgın gözükmek için uydurmuş olabileceğini de cepte tutuyorum. iki adam, iki zıt kutubu temsil ediyorlar. ama ikisi de kıskanç. biri aşık olduğu kadına en ağır ithamda bulunacak kadar arızalı biri. diğeri belki onu öldürecek kadar kıskanç. evet, zehirli erkeklik hakkında da çok şey söylüyor film.

    “iki tür aç insan vardır. küçük açlık ve büyük açlık çekenler. küçük açlık fiziksel olarak acı çekmektir. büyük açlıksa insanın hayatın anlamına karşı çektiği açlıktır. neden yaşıyoruz, hayatın anlamı nedir gibi şeyleri araştıran insan gerçekten açtır.”

    ben ve jongsu arasındaki kontrast aslında filmin metaforlarından biri. özellikle haemi için ben "küçük açlığı" temsil ederken, jongsu "büyük açlığı" temsil etmektedir. haemi'yi ona yakınlaştıran da jongsu'da bunu görmesi olabilir. öte yandan, kendi yalnızlığının izolasyonu içinde sevgiyi ve hayatın anlamını haemi'de bulan bir jongsu gerçeği de var. yani aynı zamanda haemi de jongsu'nun "büyük açlığı"nı temsil ediyor.

    elbette ki, jongsu'nun ben'e soktuğu bıçaklar sadece haemi için değildi. tüm kapitalist sisteme, iktidarı elinde tutana. her şeyi elde etme ve ezip geçme, yakıp yıkma gücüne sahip olana. işçi sınıfından soylu sınıfa atıldı o bıçak darbeleri. sınıfsal öfke tüm haşmeti ve azametiyle ben'in vücut bütünlüğünde patladı. uzviyetini yok etti.
  • hıçkırıklarına, gülüşüne bayıldığım yoo ah in kişisinin baş rol olması hasebiyle haberdar olduğum kore filmi. eleştirmenlerden güzel yorumlar almış, haruki murakami'nin öyküsünden uyarlanmış, lee chang dong çekmiş. yani izlemek şart ve hatta boynumuzun borcu.
  • yönetmenliğini lee chang dong'un yaptığı, başrollerinde yoo ah in, steven yeun ve jun jong seo'nun yer aldığı 2018 yapımı film.

    dünya prömiyerini bu sene gerçekleştirilen 71. cannes film festivali'nde yapan ve burada fipresci ödülü'nün sahibi olan film, ülkemizde ise ilk olarak bu sene gerçekleştirilen 25 adana film festivali'nde seyirci ile buluşmuştur. film ayrıca önümüzdeki oscar ödülleri'nde güney kore'nin oscar adayı olarak ilan edilmiştir.

    film, vasıfsız bir genç, âşık olduğu güzel kız ile zengin ve küstah bir adam arasındaki aşk üçgeni ekseninde bir öfke ve saplantı hikâyeyi anlatıyor. yarı zamanlı kurye, arada sırada da yazar olan jongsu bir teslimat sırasında eski komşusu olan haemi’yle karşılaşır. haemi genç adamdan, kendisi afrika seyahatindeyken kedisine göz kulak olmasını rica eder. seyahatten döndüğündeyse, jongsu’yu kenya’da rastladığı gizemli bir adam olan ben’le tanıştırır. bir gün ben jongsu’ya sahip olduğu tuhaf bir hobiden bahseder ve film bu noktadan sonra başka bir yöne evrilir.

    uzak doğu filmlerinden çok tat almayan biri olarak filmi beğendiğimi söyleyebilirim. uzun süresi ve ağır temposuna rağmen ele almış olduğu aşk, takıntı, sınıflararası gerilim ve hafıza gibi kavramları ustalıkla işleyen yönetmen seyirciyi film boyunca olayların içinde tutmayı başarıyor. az oyuncu kadrosuna rağmen heyecan verici ve gizem dolu bir film ortaya koyan yönetmen filmin ilk yarısındaki basit bir aşk hikayesini üçüncü karakterin devreye girmesi ile adrenalin ve heyecan dozajı yüksek bir gizem hikayesine çeviriyor. filmde yönetmenin özellikle öne çıkardığı saat, kedi, kuyu, sera kavramları filmde odaklanılması gereken noktalar olarak öne çıkıyor. filmde ayrıca abd ve kuzey kore göndermeleri de dikkat çeken başka detaylardan. tüm kriterler değerlendirildiğinde izlenebilir olmakla beraber ortalama üstü bir film olduğunu söyleyebilirim.

    filme puanım: 7,5
  • hem cannes esnasında hem de film ekimi öncesinde listelerin başında gelmesiyle övgülere doyamayan, ancak bu kadar övgüden sonra beklentilerimin altında kalan film. 3-5 saat süren uzun filmleri izlemeyi de severim.
    tam bir yerlere dokunacakmış gibi diyaloglar, nüanslar olurken, tamam bu film olacak galiba dediğiniz anda çiğ bir sahne, ilerleme oluyor. belki uyarlama olduğu için böyle iki arada bir derede kalmışlığı vardır.

    ***spoiler***

    gün batımı gibi kaybolmak, hiç ağlamamış olmak, gözyaşı olmadan üzüntüsünden emin olamayacak kadar hissizleşmek, başkasına ait olmasına rağmen aynı zamanda terkedilmiş/sahipsiz olan seralar, annenin kıyafetlerini yok etmek için ateşi yakmak, inanmak için eksik olanın orada olmadığını unutma gereksinimi, buzların içinde alevler gibi zengin nüanslar filmi beslemiş. bu kadar verinin perdeye yansıması daha da başarılı olabilirdi diye düşünüyorum. ama izlenir elbet.
hesabın var mı? giriş yap