• başım alıp çıksam bir yüce dağa
    acep bizim eller görünür m'ola
    şu dünyada muradını alanlar
    başka birisine yerinir m'ola
    oy dağlar dağlar dertliler ağlar

    gurbet ellerinde garip olanlar
    ayrılığın acısını bilenler
    ta küçükten öksüz yetim kalanlar
    bayramlar gelse de sevinir m'ola
    oy dağlar dağlar garipler ağlar

    neşet ertaş'ın derlediği kırşehir yöresine ait güzel mi güzel bir türkü.
  • neşet* dolaylarından bir güzel bozlak.

    karadeniz'in sarp köylerinden birinde büyüdüm; o yüzden çocukluğumda her fırsatta -sevinçte, kederde, efkârda, utkuda- kendimi dağa-tepeye vurmayı adet edindim sanırım coğrafya şartları gereği. bu durum, şehre indikten sonra da -şehrin coğrafyası izin verdikçe- rutinim haline geldi.

    düşünüyorum da şimdi, hayatım boyunca kederden dolayı başımı alıp dağa çıkma isteğimi kamçılayanlar, hayatıma farklı açılardan damga vuran kadınlar olmuş hep.

    bunlardan hatırlayabildiğim ilki; çocukluğumda, kuş-uçmaz-kervan-konmaz köyümüzde beni büyüten babaannem, zaman zaman şehre inmek veya bir cenaze için kendi köyüne gitmek zorunda kalırdı. bazen haftalarca gelmediği olurdu. o zamanlar hayattaki tek arkadaşım, öğretmenim, oyun arkadaşım, sırdaşım, beni büyükbabama emanet eder, çıkınını alır ve mıcırlı toprak araba yoluna inen gürgen ve çam ormanının içindeki patikada masalsı bir havayla gözden kaybolurdu. daha babaannem çıkınını hazırlarken bizim oraların sisi çökerdi gözlerime. patika yolun başına, onu yol etmeye giderken, deniz gözlerine bakmaktan çekinirdim ağladığımı görmesin diye. "kalbimin kuvveti" diye severdi beni kendi dilinde mavi gözlüm. o patika yol, benim için hem hüzün hem neşe kaynağı idi o zamanlar. sırtı-dönük gidişler hüznümü kamçılarken, güleryüzlü-dönüşler kalbimi ısıtırdı. büyükbabam da her istediğinde eşlik edemezdi babaanneme: ineklerimiz ve tavuklarımız vardı bizi olduğumuz yere mıhlayan. hem, yorucu ve bir o kadar uzun yolculuktan ötürü babaannem beni yanında da götüremezdi ha deyince. zorunlu bir ayrılıktı bizimkisi. babaannem gittikten sonra günlerimin büyük kısmı, ahşap karadeniz yapısı evimizin durduğu yamacın karşısında bulunan ve araba yolunun bir kısmını rahatça görebildiğim (hatta iyi bir çocuk olduğumda (sissiz havalarda) -zaman zaman- karadeniz'i dahi görebildiğim) bir yüce dağ başıydı. o hasret günlerinde, inekleri özellikle o dağ başında yaylıma götürürdüm. kartal yuvası misali her yanı görebildiğim bir kaya vardı kıranda. onun üzerine tüner, beklemekten yorulur, acıkır ve inekleri yaylıma götürürken, büyükbabamın acıktığımda yemem için çıkın edip heybeme koyduğu mısır ekmeği ile keş peynirini yerdim. günler geçtikçe babaanneme olan hasretim de artardı. mısır ekmeği ve keş peyniri yerken kendimi tutamayıp ağladığım olurdu. gözyaşlarım katık olurdu ekmeğe. hasret tadıyla çeşnilenen o ekmeğin tadını başka hiç bir şeyde bulamadım o çağlarımdan sonra. yoğun hasret duygularımı bulamadığım gibi.

    beni ikinci defa dağlara ferhat eden kadın ise -ki türkiye sınırları dışında bir yüce dağdı bu defa- ilk gençlik yıllarımın aşk demeti idi. geçmiş zaman, bir avrupa birliği projesi vesilesiyle avusturya-almanya sınırında bir avusturya kasabasında altı ay geçirecektim. altı ay göremeyeceğim ve bu süre içerisinde önemli bir ameliyat geçirecek olan sevgilimi memlekette bırakıp, kaderin cilvesi, dağlık avusturya kasabasına vardım. kaldığım lojmanın yaslandığı ince bir patika yolun sardığı sarp kayalık dağın önünde yemyeşil bir ova uzanıyordu salzach nehrinin beslediği. ancak ovanın bitiminde çok ilerilerde silueti gözüken bir dağ silsilesi kesiyordu ovanın bütünlüğünü. o engin dağların ötesini memleket diye kodladım ilk günden. o dağın ötesini görürsem, hasretimin dineceğini düşündüm sanırım. o yüzden okuldan artakalan zamanlarımda, özellikle haftasonları ikindi vakitlerinde, lojmanın sırtını dayadığı dağın patikasından avusturya-almanya sınırındaki bu sarp dağın yücesine erer; schengen nedeniyle artık atıl hale geldiği için uzun süreden beri boş olan sınır polislerinin kulübesinde oturarak karşıdaki yüce dağları izler, ötesinde olduğunu hayal edip yârimi düşünürdüm. günün akşama el verdiği saatlerde konuşurduk telefonda çoğunlukla. her ne kadar messenger'da görüntülü görüşüyor olsak da hiç bir şey birbirimize karşı olabildiğince şeffaf olduğumuz o huzur dolu telefon muhabbetleri kadar sarhoş etmiyordu beni. ne zaman ki zemheri aylarında duman aldı o engin dağları, işte o vakit çığ düştü duygularımıza. bir daha tırman(a)madım o patikayı; karşımdaki dağlar un ufak olmuştu.

    gençlik çağlarımın son demlerini yaşadığım zamanede, acısı hâlâ tazeliğini koruduğundan olsa gerek, geriye bakıp düşündüğümde, içimi en çok acıtanı ise kaçkarlar'ın engin dağ köylerinden birinin mezarlığında hissettiklerim.

    anladım ki, gözünü dağlara açanın hayatının önemli merhalelerinde dağların gölgesi eksik olmaz imiş.
hesabın var mı? giriş yap