• latince. son derece iyi.
  • carl gustav jung, olunun yedi ogudu adlı kitabında abraxas'ın güneşten summum bonum'u aldığını söyler. (şeytandan da infinum malum'u)
  • genc seneca nın hem çıkış hem varış noktası.
  • kant için de pratik akıl açısından hayli önemli bir yer kaplamaktadır summum bonum kavramı. akıl kuramsal işlevinde olduğu gibi pratik işleminde de koşulsuz bir birlik, bütünlük arar. bu koşulsuz bütünlüğün, pratik akıldaki yansıması istencin koşulsuz nesnesidir, summum bonum' dur. kendisi hiçbir şeye bağlı olmayan anlamında en yüksek iyi anlamında alınabileceği gibi kant terminolojisinde (zaten kant' ın insanlara sıkıntı veren yönlerinden birisi de budur, farklı yollardan farklı şeyleri söyler ve o farklı şeylerin aynı şeyi söylemek istediği imler ya da tam tersi aynı kavramlarla, farklı şeyleri imler vs...) kendisi başka bir bütünün parçası olmayan bütün anlamında, ayrıca ben' in koşulsuz birliği olan ruh gibi pratik akıl için her şeyin altına toplandığı en yüksek, mükemmel iyi anlamlarında değerlendirilebilir.

    kant için, önceki felsefe kuramlarını izlerken, erdemin en yüksek iyi olup olmadığı sorusu karşımıza gelir. fakat kant' a göre erdemin en yüksek iyi olmasından onun insan için koşulsuz birliğin bütünsel nesnesi olduğu anlamı çıkmaz. ve kant' ın düşüncesinde sadece erdem değil mutluluk da mükemmel iyi kavramında içeriliyor olmalıdır. sonuç olarak kant için summum bonum' un içeriği hem erdemdir hem mutluluktur. fakat ikisi arasında bağıntı nasıl kurulmuştur? kant bunu da hemen açıklar.

    kant için ikisi arasında hiçbir mantıksal, analitik ilişki yoktur, dolayısıyla erdemli olma mutluluğun ussal bir yolda aranışı ile aynı değildir, böyle olsa analitik bir bağıntı olurdu. zaten kant açısından böyle bir şeyi söylemek olanaksızdır çünkü kant kısaca "kendinde evrensel yasa olacak maksime göre davran" derken mutluluğun ahlaksal yasaya zemin teşkil edemeyeceğini çözümlemişti. o halde der kant, mutluluk ile erdem arasında sentetik bir bağıntı vardır: erdem bir nedenin etkisini üretmesi gibi mutluluğu üretir. kant bunun sentetik olduğunu söylemekle kalmaz, a priori bir bağıntı olduğunu da söyler. erdem ve mutluluk arasındaki ilişki, erdemin mutluluk üretmesi gerektiğini kabul ediyor olmamız anlamında zorunludur. fakat bundan erdemi aramanın amacı mutluluk olmalıdır sonucu da çıkamaz kant' a göre çünkü kant için yalnızca ödev uğruna davranmak ve başka hiçbir amaç ya da çıkar için davranmamak gerekir.

    tabi başka sorunlar da ortaya çıkmıştır. erdemin zorunlu olarak nasıl mutluluk ürettiği gibi. özellikle gerçek hayatta erdem ve mutluluk birlikte bulunuyor olsalar bile, bunun salt olumsal bir gerçek olduğunu gösterir başka örnekler de vardır. böylece empirik açıdan bir çelişkiye düşer kant' ın kuramı. kant bunun üstesinden "erdem zorunlu olarak mutluluk üretir" önermesinin koşullu olarak yanlış olduğu düşüncesiyle gelir. erdemi doğanın sahip olduğu bir nedensellik ilişkisi içerisinde mutluluk üretiyor olarak alırsak bu tabi ki yanlıştır. yani kendimi sadece duyulur alanda duyumsuyor ve kendinde şeylerin alanında yani numenal dünyada varsaymıyorsam kuşkusuz fenomenal dünyanın yasaları içerisinde neden sonuç ilişkisi gibi bir ilişki olamaz erdem ve mutluluk arasında. koşul buyken ikisinin nedensellikle bağlı olduğu düşüncesi yanlışlanır olumlu olarak fakat öte yandan kant ahlaksal buyruğun bize kendimizi, özgürlük için de, numenal bir dünyada varım düşüncesine zorunlu olarak ittiğini ve bundan mutluluk ile erdem arasındaki ilişkinin mutlak olarak yanlış olamayacağı sonucunun çıktığını bildirir. ahlaksal yasa istencin içerisinde zorunlu olarak özgürlüğü koyutladığı için numenal bir dünyanın olanağına inanmamız gerekir. o halde summum bonum' un gerçekleşmesi bu zeminde olanaklıdır. böylece erdemin en yüksek iyi olarak dolaylı olarak mutluluğu ürettiği düşüncesindeki çelişki aşılmış olur.pratik akıl burada emprik kanıtlarla çelişki içerisine bırakılamaz.

    eleştirel olarak bakarsak, kant' ın olanak olarak bıraktığı kendinde şeyler dünyasını onun kendi çıkarımlarını takip edersek zorunlu olarak kabul edip etmemiz gerektiği bize kalmaktadır. bilinemez, deneyim ötesi olarak adlandırılan ve metafizik olanın da sınırlarını belirleyen kendinde şeyler dünyasının bize özgürlüğün, koşulsuz bütünlüğün anahtarı olarak sunulması kuşkusuz içinden çıkılamayacak sorunlar içermektedir. yeni kantçı okulların bir çoğunun kendinde şeylerden vazgeçmesi de boşuna değildir.
  • kant ve hegel bağlamları içerisinde kullanımından ayrı olarak kavram kökensel olarak neo-platonistler tarafından batı dünyasına tanıtılmıştır ve özellikle ortaçağ düşüncesinde hristiyan tanrısının temel özelliği olarak görülür (örneğin augustinus' un "iyi' nin doğası üzerine" de). ortaçağ felsefesi için neden temel kavram olduğunu anlamak zor değildir fakat öte yandan en yüksek iyi düşüncesi ta platon' dan modern felsefeye kadar etkisini hissettirmektedir. en yüksek iyi hakikatin kendisi olarak bile alınıp yorumlanabilir. bazı filozofların sözgelimi nietzsche' nin özellikle alman idealizmini tanrıbilimsel dizgeler üretmekle suçlamasının kökeninde hep o aynı tanrı düşüncesinin izleri bulunmaktadır.

    bir sınıflandırma yaparsak; felsefe ve teolojide, genel olarak en yüksek iyi üzerine üç tür yargılama olduğunu söyleyebiliriz, mutlulukla tanımlanan en yüksek iyi, görev ya da erdemle tanımlanan en yüksek iyi, ve hem mutluluk hem erdemle tanımlanan en yüksek iyi.
  • en üst iyidir. "ve en üst iyi nedir?" işte düğüm burada; heyecan burada, filozoflar arasında o şiddetli kıpraşma burada, heyecanın öyle böyle değil bir aşk var burada, iyiye, bilgiye, meraka yönelik bir aşk. işte bu aşk nasıl tanımlanabilirdi? bu aşkla nereye varılabilirdi? bize bir soru lazımdı, tıpkı inanılmaz beklentiler olmaksızın bambaşka kapıları ardına kadar açan "arkhe nedir" sorusu gibi bir soru lazımdı. işte o soru; "en üst iyi nedir?" sorusudur.
    yani summum bonum merakıdır, ona yönelmiş, ondan çıkmış bir bütün bilgelik sevdasının, öğrenme tutkusunun kendisidir. bu entirimde biraz yol alalım, gezelim, tozalım, bir yere belki varalım, belki varmayalım, varmak ne kelime, ne haddimize, en azından bu kum tepelerini eşelim, felsefenin kendisi ona yırtık pırtık elbisesi içinde bir kadın olarak göründüğünde, boethis'un kendisi bile ağlamaklı değil miydi? herakleitos ağlayan filozof diye geçmedi mi lanet olası literatüre, sanki onu çok anlayabilmişler gibi, biraz hüzün var içinde bu arayışın.
    evet başlayalım;

    yukarıda verdiğim soru, gerek stoacıların gerekse epikuros felsefesine gönlünü ve zihnini (latincenin hoşluğuna bakınız; bu iki kavramı tek bir isim karşılıyor: animus) kaptırmış isimlerin favori sorularından olmuştur. aslında vardıkları nokta budur, zira hazzın (latincesiyle voluptas) veya erdemin (latincesiyle virtus) veya şerefin kendisi (latincesiyle honor) cevap olarak ortaya atılmıştır, arkhe arayışını anımsayın, thales'in tanrılarla dolu dünyasındaki suyu, anaksimandros'un apeiron'unu, anaksimenes'in havasını, herakleitos'un daha sonraki ateşini.. işte summum bonum arayışı, insana içkin ve aşkındır. (arkhenin tanımında da bizzat doğaya içkinlik ve aşkınlık yok muydu?) davranışlar summum bonum'a ulaşır, summum bonum'dan kopar. roma 'nın o enfes oratoruciceromuz, de finibus lll,2 'de bu sorunu kurcalamaya başlar: "quaerendum est enim, ubi sit illud summum bonum, quod reperire volumus, quoniam et voluptas ab eo remota est, et eadem fere contra eos dici possunt, qui vacuitatem doloris finem bonorum esse voluerunt, nec vero ullum probetur <oportet> summum bonum, quod virtute careat, qua nihil potest esse praestantius."
    yani türkçesiyle; "..hatta ulaşmak istediğimiz o en yüksek iyinin nerede olduğu araştırılmalıdır ve bu haz duygusu, araştırmadan ayrı tutulmuştur, en yüksek iyinin, acıdan doğan özgürlük olduğunu belirtenler de aynı itirazlarla karşılaşmıştır.gerçekten hiçbir iyinin, eğer erdemden yoksunsa, en iyi olduğu söylenmemelidir, zira hiçbir şey erdemden daha yüce değildir." cicero, summum bonum 'u burada virtusa dayıyor, "hiçbir şey erdemden daha yüce değildir." diyor.

    oysa scotus eriugena nın saydam ve sarmal kulesi başlığını açmıştım, tıklarsanız görürsünüz -nedense en az rabet gören başlık ve entirilerimden biri oldu o-, orada hiristiyan ortaçağında avrupa'da bakış daha çok neydi? erdemsizliğin kendisi kabullenişin kanıtı değil miydi?

    "..tanrı salt yokluk, sonsuzdan gelip sonsuza giden sır’dır. scotus ‘a göre, sadece tanrı değil, insan da böyledir. insan da bir sırdır, çünkü insan da bir tanrıdır. çocuk, babadan doğdu. şu halde babadan başka bir şey olamaz. insan, küçük çapta bir evrendir, evrensel bütün varlıkları kendinde özetler. (claude bernard’ı hatırlayınız). varlığınızdan kuşkulanmayınız, düşündüğünüz için varsınız (descartes’ı hatırlayınız). insan, günah işleyerek meleklerden ayrıldı, tövbeyle tanrılığa yükselir. günah, bir başka deyişle erdemsizlik, insanın kendi beden yapısından gelir. bir bakıma insan duyularının, gelişmekte olan insan aklı üstündeki egemenliğinin zorunlu bir sonucudur. şu halde erdemsizlik, insan için zorunludur. eriugena’ya göre erdemsizlik, töz olarak (cevher olarak, substantiellement) yoktur. tanrıdan ayrılış, düşüş, bir yoksunluktan başka bir şey değildir. şu halde salt kötülük, bir başka deyişle erdemsizlik, daha bir başka deyişle şeytan yoktur. erdemsizlik, yaşamanın yokluğu demektir. bir varlıktan bütün iyi şeyleri kaldırın, onu yok etmiş olursunuz. yaratma, başı gibi sonu da olmayan bir oluştur. o, olmuş değildir, oluyor. hepimiz, varlığımızın kökleriyle, baş ve son olarak, sonsuzluğun içindeyiz. bu düşünceleri eriugena’yı kilisenin, kendisini tutan imparatorun gözünden düşürmüş, perişan etmiştir. (orhan hançerlioğlu, düşünce tarihi)"

    çok ilginçtir efendim bakın konu konuyu açıyor (tabi begüm bu tabiri de teoman duralı hoca 'dan aldığımı düşünecek heh) yukarıda bahsettiğim "sadece tanrı değil, insan da böyledir. insan da bir sırdır, çünkü insan da bir tanrıdır. çocuk, babadan doğdu. şu halde babadan başka bir şey olamaz. " hiristiyan çıkarımının bir benzerine, seneca 'nın de providentia 'sında rastlamıştım; orada da pagan dünyasının bir stoalısı olarak seneca; tanrı varsa neden iyi insanların başına kötü şeyler geliyor sorusunu incelerken, benzer bir sığınma da bulunuyordu. evet tanrı vardı, tanrı var olduğundan dolayı onun yarattığı iyi insan da ona benzemeliydi. hatta onun oğlu gibi olmalıydı. (bu çizilen kompozisyonun isa'nın tanrının oğlu olarak kabul edilmesinde etkisi nedir, o biraz da theologların konusu sanırım.) seneca çok net bir soru sorar: "quidni libenter spectarent alumnum suum tam claro ac memorabili exitu euadentem? mors illos consecrat quorum exitum et qui timent laudant." yani "tanrılar öğrencilerinin bu kadar parlak ve bellekten silinmeyecek bir sonla biten kaçışını niçin seve seve seyretmesinler? korkan kimselerin bile sonlarını övdüğü kişileri ölüm kutsal kılar." (de providentia ll,12)

    erdem tehlikeye açtır ve neye göğüs gereceğinden çok ne hedeflediğini düşünür; çünkü zaten göğüs gereceği olay, kazanacağı onurun bir parçasıdır. savaşçı insanlar yaralarıyla (emekli komutanlar madalyalarıyla) övünürler. fıırtınada kaptanı, savaş meydanında askeri, sözlükte karma puanını önemsemeden çatır çatır yazanı tanırsın! seneca coşarak sorar; muhteşemdir bu sorusu; “..rezalete, kötü şöhrete ve toplumun nefretine karşı ne ölçüde bir dayanıklılığın var, nereden bileyim, eğer alkışlar içinde yaşlanıyorsan.”

    felaket, erdemin sergilenme fırsatıdır. (“calamitas virtutis occasio est.”) aşırı mutluluk yüzünden duygusuzlaşanlara ve sakin bir denizdeymiş gibi atıl bir ruh dinginliğinin pençesine düşenlere haklı olarak bahtsız insanlar denmelidir. acımasız talih deneyimsiz insanları daha fazla ezer, narin bir boyun için boyunduruk ağırdır. acemi askerin yara alma kuşkusu karşısında yüzü solar, korkuyla dolar, deneyimli asker ise kendi kanına cüretle bakar, kanı aktıktan sonra hep galip geldiğini bilir. erdemi sergilenmektedir.
    ayrıca uzun süre mutlu yaşayan insan da bir süre sonra kendi apyına düşen mutsuzluktan payını alacaktır, onlar kötülüklerden azat edilmediler, sadece ertelendiler.

    seneca'ya göre; işte tanrı böyle var, ve iyilerin başına kötü şeyler işte bu yüzden gelir. felaket erdemin sergilenme fırsatıdır.

    kötü yazgı olmadıkça, örnek alınacak büyük insan k e ş f e d i l e m e z!

    (“..ignem experitur in mucio, paupertatem in fabricio, exilium in rutilio, tormenta in regulo, uenenum in socrate, mortem in catone. magnum exemplum nisi mala fortuna non inuenit. ..”)

    seneca sorar; büyük adamsın, ama nereden bileyim bunu, yazgın sana erdemini hiç sergileme fırsatı tanımamışsa? (“..magnus uir es: sed unde scio, si tibi fortuna non dat facultatem exhibendae uirtutis? ..”) olimpiyat oyunlarına katıldın, ama senden başka hiç katılan yok; taca sahipsin ama zafere değil! büyük adamlar kimi zaman belalı olaylardan hoşlanırlar. tiberius caesar zamanında gladyatör dövüşlerinin azlığından yakınan gladyatör şöyle satirik konuşmuş; “quam bella aetas perit!” (ne güzel bir çağ gelip geçti be!)

    erdem tehlikeye açtır ve neye göğüs gereceğinden çok ne hedeflediğini düşünür; çünkü zaten göğüs gereceği olay, kazanacağı onurun bir parçasıdır. savaşçı insanlar yaralarıyla (emekli komutanlar madalyalarıyla) övünür. fıırtınada kaptanı, savaş meydanında askeri, sözlükte karma puanını önemsemeden çatır çatır yazanı tanırsın! seneca coşarak sorar; muhteşemdir bu sorusu; “..rezalete, kötü şöhrete ve toplumun nefretine karşı ne ölçüde bir dayanıklılığın var, nereden bileyim, eğer alkışlar içinde yaşlanıyorsan.”

    efendim heyecan vericidir, işte bu yukarıda verdiğim örnekler bir stoalının örnekleridir. summum bonum erdemdedir, erdem de acıyla, yoklukla denenir, tanrı o halde bu görüşe vardır ve görüşün gerektirdiği şekliyle iyi insanların başına kötü şeyler gelmesi, tanrının yokluğuyla alakalı değildir. pagan dünyasında stoa böyle, peki ya hiristiyanlığa geldiğimizde, yukarıda ismini verdiğim scotus'a geldiğimizde karşımıza çıkan manzara nedir?

    başlangıçta (zaten zamanın ve onun yasalarının dışında olan başlangıç) insan, her şeyin temel nedenleri kendisinde olan tanrı sözünde yaratılmıştır. yeryüzü cenneti bir mekân değildir; bu, insani yapının kendisidir, hatta bu kendi saflığı içinde tanrısal düşüncenin sinesindedir. adem’in günahı, kendini beğenmişlikle ilgili bir günahtır; ( bu günahın sanırım yunan'daki karşılığı: hybris 'dir.) bu günahın sonucu insanın cinslere bölünmesi olmuştur. ioannes scotus, sıradan kişilerin inancını hiç saptırmamada dikkatli olan babaların çoğunun, sanki yasak meyvanın ve yılanın somut olarak mevcut olduğu bir yeryüzü cennetinden söz ettiklerini bilmiyor değildir. kendisine gelince, kötü eğilim (günaha direnememe, adem’in dayanamayıp meyvayı yemesi) ve düşüş öyküsüne (cennetten kovulma) zamandışı bir anlam vermede duraklamaz. kimilerine göreyse; elma aslında bilgi ağacını temsil eder. elma yemekle aslında bilgi seçilmiş oluyor. (http://www.osmanfarukakyol.com/…nde-varlik-anlayisi)

    ayrıca, günah, insani yapıdaki tanrısal benzeşmeyi tümüyle silip atmış değildir. bu benzerliğin en göze çarptığı yer esas olarak ruhtur; çünkü insan ruhu kutsal üçlemenin imgesine benzer. onun doruğunda, kavranması çok güç bir dürtüyle tanrı’nın kendisini seyretmeye yönelmiş anlama yetisi (bkz: nous) vardır. ikinci sırada ise, temel nedenlere ulaşan akıl (bkz: logos) yer, alır. nihayet üçüncü sırada -scotus eriugena’nın kimi zaman bellek, kimi zaman iç duyu dediği- temel nedenlerin etkilerini öğrenmek için oluşturulmuş olan bir yetenek yer alır. (açıkçası, anlama yetisinin ve aklın kendi varlıklarında tanrıyı ve temel nedenleri idrak edemediklerine işaret edelim; anlama yetisi ve akıl onların ancak belirtilerine yani “theophanie”lerine erişir.) bilgi yeteneklerinin bu üçlemesinde, ilişkiler de, yaratıcı üçlemede varolan ilişkiler gibidir. çünkü “anlama yetisi kendinden ve kendinde, aklı oluşturur; iç duyu ise akıl aracılığıyla anlama yetisinden gelir. insani ruh olan bu üçleme de belli bir anlamda yaratıcıdır; çünkü öz bedenini bizzat yaratan ruhtur.
    yani “ruh tanrı’nın, beden de ruhun imgesidir”.

    dönüş devinimi tam burada başlayacaktır. son derece gerçek olan bir biçimle, insanın kendi çıktığı yere bu dönüşü isa’da tamamlanmıştır. bedenleşmiş söz, gerçekten, insani yapıyı kendi bütünlüğü içinde alarak, onu bütünüyle kurtarmıştır: o, kendinde, evrensel dönüşün ilk örneğini gerçekleştirmiştir. zamanın bitiminde insanlık, onun izlediği yolu takip edecek ve çıkış aşamaları ters yönde, bu kez inişin de aşamaları olacaktır. ölümden ve dirilmeden sonra, insan bedeni salt ruh olacak. sonra salt olarak tinselleşen insani doğa, temel nedenlerine dönecek. nihayet, tümüyle tanrı’ya geçirilmiş olacak. aydınlanmış havanın ışık olması gibi, kutsal kitabın sözüne göre, tanrı da herkeste her şey olacak: burada, alışılmamış bir ağırlıkta, sonsuz ceza sorunu ortaya çıkar: iyinin kötü üzerindeki tam zaferini tehlikeye atmadan cehennem nasıl kabul edilecek? ioannes scotus, bu konu üzerinde tüm yorumcu yeteneğini ve tüm diyalektikçi inceliğini kullanır. önerdiği çözüm zorludur ve pek inandırıcı değildir. fakat t. gregory’nin yazdığı gibi bu, “eskatolojiyi platoncu bir metafiziğe oturtma çabalarının en dikkate değer olanıdır. o eskatoloji ki, daha resullerin işlerinde (xvii, 30-32), onun eski yunan bilgeliği için olabilecek en utanç verici bir şey olduğu söylenmişti”.

    tabi erdemden bahsederken, çok dağınık bir zihinle yazı yazmaya çalışıyorum, ara ara tekrarlar yapıyorum zira, bu entiriyi okuyacak olanların da zihinlerini parçalamak veya parçalı düşünmeye zorlamak istemiyorum, burada erdem üzerine konuşurken, en yüce iyinin o halde erdeme vardığını cicero, o eserinin hemen başında vermişti dedim ya, evet devam edelim oradan; erdem bahsini kapayalım bu şekilde;

    cato: keşke, sen de stoacıların tarafında olsaydın, o zaman iyi şeyler bahseinde erdemin önüne başka hiçbir şey koymazdın.
    cicero: bak, belki de sen yeni terminolojideki değişmemiş olan fikirlerini bana dikte etmemelisin. zaten seninle aynı noktadayız, sadece kalemlerimiz çarpışıyor.
    cato: aslına bakarsan, çok az noktada fikirlerimiz uyuşuyor. erdem dışında birşeyi aradığını ya da iyi saydığını söylersen, ahlaki olanın bizzat kendisini ortadan kaldırmasını sağlar, erdemin ışığını ve özellikle kendisini yokedersin. (de finibus, lll, 10)

    ( quam vellem, inquit, te ad stoicos inclinavisses! erat enim, si cuiusquam, certe tuum nihil praeter virtutem in bonis ducere. vide, ne magis, inquam, tuum fuerit, cum re idem tibi, quod mihi, videretur, non nova te rebus nomina inponere. ratio enim nostra consentit, pugnat oratio. minime vero, inquit ille, consentit. quicquid enim praeter id, quod honestum sit, expetendum esse dixeris in bonisque numeraveris, et honestum ipsum quasi virtutis lumen extinxeris et virtutem penitus everteris. )

    erdemin önüne bir şey konursa, erdemin kendisi summum bonum olmaktan çıkar, o halde en tepede bahsettiğim bir diğer varış noktası olan haz'a yani voluptas 'a geleyim. en yüce iyi, erdem değilse;

    "en yüce iyi, haz mıdır?"

    antik yunan'da hazcı törebilim alanında adını en fazla duyduğumuz kitle epikurosçulardır.
    ve ağbabaları doğal olarak; epikuros.
    onun metafiziksel kuramı, demokritos'un dizgesinden hemen hemen tamamen yeniden üretilmiştir. onlara göre; insanın doğası, haz üzerine kurulmuştur; bütün hayvanlar, doğdukları andan itibaren doğal bir içgüdü ile hazzın arayışı içindedirler ve acıdan sakınırlar. öyleyse haz amaçlanması gereken bir hedeftir. yani en üst iyidir!
    mutluluk en yüksek iyidir! (bkz: beatitas summa bona est)
    her haz iyidir ve her acı kötüdür. ancak hazların seçiminde sağduyulu olunması gerekir. eğer bir haz, diğeri kadar uzun sürüyorsa ve o kadar yoğunsa, bu onun diğeri kadar iyi olduğu anlamına gelir. eğer haz almış insana zevk veren şeyler onun için zihin dinginliği sağlıyorsa, hiç kimse onu bir haz yaşantısına yöneldiği için suçlayamaz. ancak durum bu değildir. bütün hazlar seçilme değerine sahip değildir, her acıdan sakınılması gerekmez. bazı hazlar, acı tarafından ya da haz yoksunluğu tarafından takip edilmektedir; pek çok acı haz tarafından takip edilir, bu nedenle bazı hazlardan daha iyidirler. zihinsel hazlar, beden hazlarından daha büyüktür, zihinsel acılar, fiziksel acılardan daha kötüdür; beden yalnızca şu an olan haz ve kedere duyarlı iken, ruh geçmişin haz ve acılarını hatırladığı gibi, gelecekteki haz ve acıları da duyumsar. zihinsel hoşnutluk, fiziksel hoşnutluktan büyük olmakla kalmaz, ayrıca fiziksel hoşnutluk, zihin olmaksızın olanaklı değildir. epikuros, bunu entelektüel yaşantının eğlence seçimi için aklın bir parçası olarak değerlendirmektedir. bizler doğadaki felaketlerden, tanrının gazabından ve ölümden korkarız; geçmiş, şimdi ve gelecek üzerinde kaygılarımız vardır. oysa ölüm varken, biz yokuzdur, biz varken ölüm yoktur. o halde kaygılanmaya, ölümden korkmaya gerek yoktur. kendimizi korkulardan arındırabilmek için doağ oluşumları anlamaya çalışmalıyız. yine seneca nın quaestiones naturales adlı eserinde yaptığı da buydu aslında; (bkz: #10306255) bakın stoa ile epikuros felsefelerinin kaynaştığı, yakınlaştığı nokta doğayı anlayabilme istekleridir.

    epikuros'a göre; sağduyulu olmalıyız.
    erdem ya da ahlak, kendi içinde bir son değildir. onlar bir tedavi sanatı gibidirler. epikuroscu mutluluk, bir duyumsal alışkanlık yaşantısı ile gerçekleştirilemez.

    kaderin garip tecellisidir efendim; epikuros en çok yanlış anlaşılan filozoflardan biriydi. eğer birey için, haz en yüksek iyi olsaydı, onlara haz veren ne varsa onun iyi olması gerekirdi. epikuros, kendi adına haz amacıyla şiirsellik, bilim ve erdemli yaşantıyı seçmiştir. atticus, horatius ve lucretius için de aynı şey geçerlidir aslında. epikuros felsefesine göre; doğruluk, mutlak gerekli bir öğretidir. cicero da benzer bir uyarıyı yapar; "birçok stoacı, kuramlara ve kendi doğalarına göre; hazza itibar edilmesinin gerektiğini düşünmüyor. benim de büyük bir istekle katıldığım gibi, eğer doğasında temel hedeflerin yanında hazza da yer olduğu düşünülseydi, birçok iğrenç şey de bunu takip ederdi. " "in principiis autem naturalibus [diligendi sui] plerique stoici non putant voluptatem esse ponendam. quibus ego vehementer adsentior, ne, si voluptatem natura posuisse in iis rebus videatur, quae primae appetuntur, multa turpia sequantur." (iii, 17)

    eriugena'nın saydam ve sarmal kulesi başlığına girdiğim ilk entiriyi şu sözlerle kapamıştım, bu entiriye de uyuyor gibi geldi bana; ya da üşendim bir son yazmaya, buyrun;

    "evet efendim; aslında bu entirimde tüm alıntılarımı, tüm fikirlerimi, tüm inanç yapılarını hem eriugena başlığına hem de eserinin başlığına yazabilirdim; ama en trajiği; tüm yazdıklarım içinde üstad’ın saydam ve sarmal kulesi oldu. aslında verilen benzetme; oldukça insanidir; insanca olana yabancı olmayan insana özgüdür; bir düşünsenize galata kulesi’ni ilk defa görmüşsünüz gibi; her defa her defa şaşırdığınızı, sonunda kuleye çıkıp her kattan, evvelden geçtiğiniz yollara baktığınızı; bir düşünün her katta başka bir manzara göreceksiniz; zemininiz de değişecek; fakat o’nun saydam olduğunu hissedin; şimdi bakın her kattan; zemininiz hiç değişmiyor değil mi? erdemli olsun, erdemsiz olsun; yaşadığınız şey sizindir; saydam olsun ve sarmal olsun; bastığınız yer sizin bastığınız yerdir."

    sizin en iyiniz, sizin en iyinizdir, diyorum.

    summum bonum est quod habetis.
  • spinoza'ya göre en üstün iyi şey kişinin, üstün doğanın-mümkünse başka bireylerle birlikte- keyfine varmasıdır. bu üstün doğanın ne olduğunu sırası geldiğinde de anlatır spinoza ama bir kısa tanım vermekten de kaçınmaz:

    "zihnin, doğanın tümü ile bir olduğu hususunda edindiği bilgidir."

    evrendeki herşey gibi, insan zihni de doğa'nın ayrılmaz bir parçasıdır. doğa'nın bütün şeylerin tabi olduğu şaşmaz ve değişmez kanunları, insan zihnini de içinden yönetir ve onu belirler. üstün insan doğası işte bu belirlenmişliğin akılla algılanması, farkında olunması halidir.

    işte hedeflediğim amaç bu diye devam eder spinoza:

    "böyle bir doğayı elde etmek ve mümkün olduğu kadar çok insanın da benimle beraber elde etmesini sağlamak."

    benim mutluluğumun bir koşulu da, başkalarının isteklerinin benim isteklerimle uyum içinde olmasıdır. bunu sağlamak için, onların da benim anladıklarımı anlamaları için özenle çalışmam gerekir. bunun gerçekleşmesi için:

    1- önce doğa'yı böyle bir doğa(üstün insan doğası) elde etmeye yetecek kadar tanımak
    2-ondan sonra mümkün olduğu kadar çok sayıda insanın mümkün olduğu kadar kolay ve emin bir biçimde bu doğayı elde etmesine gereken toplumu kurmak
    3-bir ahlak felsefesine ve çocukların eğitimi doktrinine eğilinmesi zorunludur.
    4-sağlık da, amacımıza ulaşmak için ihmal edilmez bir araç olduğundan dördüncü olarak dürüst bir tıbbın yaratılması gereklidir.
    5-bir çok zor şey, yaratıcılık ve maharetle kolay hale getirildiği ve böylece yaşamda çok zaman ve rahatlık kazanabileceğimiz için, beşinci olarak mekanik kesinlik ihmal edilmemelidir.
    6-herşeyden önce, şeyleri kolaylıkla ve yanılgıya düşmeden kavrayabilmesi için anlama yeteneğimizi tedavi etmenin ve saflaştırmanın bir yolunu bulmalıyız.

    bir diğeri de: (bkz: verum bonum)

    genel olarak alıntılar:

    on course with nature and more about spinoza with advayavada buddhism/ john willemsens
  • heinrich zimmer'ın kral ve hortlak adlı kitabında "yüce lütuf " olarak tercüme edilen söz öbeğidir.
  • hayr-i ala.
  • erich fromm tarafindan "ustunluk simgesi" olarak kullanilan latince soz obegi.
hesabın var mı? giriş yap