• mahmut alınak'ın birgün gazetesinde çıkan yazısının başlığı.

    bağlantı: http://www.birgun.net/…14&year=2010&month=09&day=24

    "ben yedi yaşında ilkokula başladığım günlerde kürt oldum. babam, “yarın okula başlayacaksın.”dediğinde akşamüzeriydi ve bahardan beri çobanlığını yaptığım dört kuzumu daha yeni ağıla koymuştum.

    sabah güz güneşi köyümüzü ipeksi ışıkları ile donatıp tatlı bir serinlikle okşarken, elimde saman sarısı bir defter, ucu bıçakla sivriltilmiş bir kurşun kalem ve bacağımda rengi solmuş yamalı keten bir pantolonla okulun yolunu tuttum. bir tavşan sinikliğiyle gittiğim okulu ürpertici bir ölüm soğukluğu sarmıştı. hepsi benden kıdemli olan ablalar, ağabeyler ve akranım olan çocuklar tedirgin bir sessizlikle bahçede ders zilinin çalmasını bekliyorlardı. dilber ablam üçüncü sınıf öğrencisiydi, yanına sokulup konuşmak istedim, gözleri korkuyla büyüyerek ağzımı eliyle sımsıkı kapattı. ben paniklemiş bir halde ondan kurtulmaya çalışırken kulağıma fısıldayarak, “okulda kurmanci konuşmak yasak.”dedi. sözlerim boğazımda düğümlenip kaldı. zil çalınca sınıfa girdik, boyum kısa olduğu için dilber ablam beni öndeki sıralardan birine oturttu. içeride sinek uçsa duyulurdu. nefesimizi tutarak heykel kımıltısızlığıyla öğretmenin gelmesini bekledik. bir iki dakika sonra öğretmen geldi. herkes ayağa kalkınca ben de kalktım. öğretmen duvarda asılı olan siyah yazı tahtasının önünde durup yüksek sesle bir şey söyledi. sınıf da hep bir ağızdan bağırarak ona cevap verdi. öğretmenin, “günaydın.”dediğini, sınıfın da, “günaydın.”diye ona karşılık verdiğini sonradan öğrenecektim.

    öğretmen tek kelimesini bilmediğim bir dilde sınıfa bir şeyler söylerken, sıraların arasında gezinen delici bakışları bir an gelip beni buldu. üstüme dikili o çeliksi bakışların ağırlığı altında kalbim fırtınaya yakalanan sararmış bir sonbahar yaprağı gibi titredi. konuşması bitince yanıma geldi, üstüme eğilerek defterime sağlı sollu bazı yatay çizgiler çizdi ve el işaretiyle benden aynı şeyleri yapmamı istedi.

    öğle arası eve dönerken dilber abla, “okula başladığına göre artık evde ve sokakta kurmanci konuşma, sadece tırki konuş.” dedi. ama ben kurmanci (kürtçe) nedir, tırki (türkçe) nedir bilmiyordum ki. evde öğrendiğim, fakat ne olduğunu da bilmediğim bir dille konuşuyordum. nedenini sorduğumda, “öğretmen kurmancı konuşmayı yasakladı.”dedi. çocuk aklım allak bullak oldu. artık türkçe konuşacağıma göre, peki şimdiye kadar konuştuğum o dil neydi? adını bile bilmediğim o dilde ne vardı ki öğretmenimiz yasaklamıştı? dilber ablamın dediği dili bilmiyordum ki konuşayım! onun evde neden hep kısık bir sesle konuştuğunu, dışarıda ise neden hep bir mezar taşı kadar suskun kaldığını ancak şimdi anlayabiliyordum. eve gidince şaşkın ve çaresizdim, annemle nasıl konuşacağımı bilmiyordum. fısıltıyla konuştuğumda bile bakışlarım korkuyla okulun olduğu tarafa uzanıyordu.

    kabuslarla boğuştuğum birkaç gün sonra bir sabah yataktan kalktığımda hafızamdaki bütün sözcükler silinmişti. kaç yıldır konuştuğum kendi dilimi unutmuştum, türkçe ise tek kelime bilmiyordum. bu haftalarca böyle sürdü, dilimin tutulması kimsenin umurunda olmadı. aile büyükleri halime gülüp geçerken, öğretmen de türkçe konuşmam için sık sık dayak atıyordu.

    aylardan herhalde şubat’tı. derse daha yeni girmiştik. öğretmen beni tahtaya kaldırıp bir kitaptan okuduğu bir cümleyi yazmamı istedi. anlamadığım o cümleyi nasıl yazacağımı bilmeden tebeşir tutan elim donup kaldı. kafamın içi boşalmıştı sanki, hissettiğim tek şey kulaklarımdaki dizginsiz çınlamalardı. yazı tahtasının önünde korkudan kaskatı bir şekilde dururken, öğretmenin yanaklarıma peş peşe indirdiği hiddetli tokatlarla sendeleyip arkamdaki tahtaya çaptım. yüzümü kaplayan ateşin kızgın alevleri dalgalar halinde ayak parmaklarıma doğru yayılırken, öğretmen hıncını alamayıp elinden hiç eksik etmediği çubukla rasgele bana vurmaya başladı. feryatlarım sınıfın duvarlarında acı acı yankılanırken benden ellerimi açmamı istedi. tir tir titreyerek bir elimi açtım. çubuk hınçla elime inince iliklerime kadar işleyen keskin bir ağrıyla iki büklüm olup ateş gibi yanan elimi koltuğumun altına soktum. öğretmen öfkeyle kükreyerek öteki elimi açmamı istedi. dayağın dehşetinden dilim damağıma yapışmış bir halde, nefes nefese soluyarak kalp çarpıntıları arasında öbür elimi uzattım. çubuk tepemde ıslık çalarak kızgın bir şiş gibi bu elimi de dağladı. sonra ötekini ve böyle sürüp gitti. küçücük ellerim onca darbeye nasıl dayandı hala inanamıyorum. hiç bitmeyecekmiş gibi gelen korkunç birkaç dakika sonra ellerim kor gibi yanarak iki yanıma düştüğünde, parmaklarımın ucundan tahta döşemeye yağmur tanecikleri gibi kan damlıyordu.

    o gün talihsiz günümüzdü. öğretmen öğleden sonra kuzenim rahime’ye atatürk’ün duvardaki resmini gösterip kim olduğunu sordu. rahime oturduğu yerden, “atatürk.” diye cevap verdi. gel gör ki atatürk’ün adını ayağa kalkmadan söylediği için, hatırladıkça hala içimizi titreten korkunç bir dayak yedi. kollarında, omuzlarında, sırtında ve bacaklarında şaklayan çubuk darbeleri altında yürek parçalayan çığlıklarla cıyak cıyak bağırırken, bir taraftan da kürtçe öğretmene ve allah’a yalvarıyordu. kürtçe konuşması öğretmeni büsbütün çileden çıkarmıştı. vurdukça vuruyordu. bütün sınıf dehşet içinde bu ürkünç manzarayı seyrederken, rahime kapıldığı korku ve çelimsiz bedenini dağlayan darbelerin acısıyla altına kaçırdı. tahta döşemeye boşalan sidik yerde derecikler halinde akarken, zavallı çocuk bir yanardağın ağzından içeri yuvarlanmış gibi acı acı uluyordu.

    akşam okuldan çıkıp eve giderken son sınıf öğrencilerinden komşumuz yusuf abi yolda kendi kendisi ile konuşur gibi, “biz türk değiliz ki, kürt’üz.” dedi. kürt mü? o da ne demekti? kafamda bu soruyla soluğu annemin yanında aldım. annem ahırda kürtçe ninniler eşliğinde inek sağıyordu. şişmiş moraran ellerimi arkama saklayarak kısık bir sesle, “anne biz kimiz?” diye sordum. annem bir şey anlamadan boş gözlerle bana baktı. “anne ben kimim, biz neyiz?” diye sorumu tekrarladım. annem ineğin memelerini çekiştirmeye devam ederek, “biz kürt’üz?” dedi. “peki ya öğretmen, o nedir?” annem, “o türk’tür, ama hepimiz aynıyız.” dedi beni başından savarcasına.

    annemi ahırda bırakıp dışarı çıkarken, körpe aklım cevapsız soruların anaforunda debelenip duruyordu. annemin dediği gibi hepimiz aynıysak, peki öğretmen dilimizi konuşmayı neden yasaklamıştı? öğretmenin kafamıza vura vura öğrettiği dille konuşacaksam, şimdiye kadar konuştuğum o dil neydi peki? kim icat etmişti o dili? babam o dili konuştuğumda beni dövmemişti. peki, öğretmen neden dövüyordu?

    ertesi gün okula gitmedim, kaçtım. bir hafta kadar samanlıkta saklandım. gün boyu o buz gibi soğuk samanlıkta saman yığınının içinde titreyerek okulun dağılmasını bekliyordum. bu kaçak halim öğretmenin babama gönderdiği bir yazıyla ortaya çıktı. babam kulağımdan tuttuğu gibi beni alıp okula götürdü. o gün de öğretmenden temiz bir dayak yedim.

    böyle dayak yiye yiye sene sonunu getirdik. hiç unutmam, haziran ayının yağmurlu bir gününde karnelerimizin verilmesine bir iki gün kala öğretmen beni tahtaya kaldırdı, dayak zoruyla artık çat pat türkçe öğrenmiştim.

    öğretmenimizin dilimize uyguladığı bu alçaltıcı yasak sene sonunda birçok öğrencide davranış bozukluklarına yol açtı. bazıları türklüğe özenip kendilerinden ve dillerinden utanmaya başladılar. köyün büyükleri her gün ikindi vakti kürtçe yayın yapan revan (ermenistan) radyosunun önüne tüneyip karapeté xaço, aramé dikran, meryem xan gibi sanatçılardan kürtçe türküler dinlerken, gençler onlara fiyaka yaparcasına sokakta bağıra çağıra türkçe konuşuyorlardı. bazılarımız da köyün arkasındaki bayırlarda kuzu otlatırken, radyodan öğrendiğimiz türkçe türküler söylüyorduk. böylece büyüklerimize karşı kendimizce üstünlük taslıyorduk. dilber ablam zedelenmiş bir ruh haliyle türkçe tek kelime bilmeyen annemle bir yıl kadar hep türkçe konuşmaya çalıştı. babam muhtar olduğu için memurlar yaz başlarında yanlarına eşlerini ve çocuklarını alıp bizim eve kuzu yemeye gelirlerdi. memurların başları açık, kısa etekli eşleri, entarileri topuklarına kadar inen başı bağlı kadınlarımızın giyimlerine ve konuşmalarına kahkahalarla gülüp dalga geçerlerdi. dilber abla da onları taklit ederek onlar gibi giyinmeye, yürümeye ve konuşmaya çalışırdı. biz çocuklar, temiz giyimli, parlak, tombul yanaklı o memur çocuklarına çok özenirdik.

    ilkokulu kış aylarının zemheri soğuklarında bile her sabah okulun önünde yırtık pırtık keten elbiselerimiz içinde tir tir titreyip, “türk’üm, doğruyum, çalışkanım…”andını tekrarlayarak bitirdiğimde, çarpım tablosunu hala ezberleyememiştim. ancak on beş yaşında, ortaokul son sınıfta iken ezberleyebildim. sonraları bunun nedenini çok düşündüm, meğer “kere” sözcüğünün anlamını bilmiyormuşum. bu sözcüğün yerine kürtçe “çar”, türkçe ise “defa” sözcüğü kullanılsaydı herhalde ilkokulda ezberleyebilecektim.

    lisede türk arkadaşlar, “kıro!” diye seslenirlerdi bize. bu aşağılayıcı söz ruhumuzu örselerdi, ama korkumuzdan bir şey söyleyemezdik. kırık türkçe’ mizle dalga geçtiklerinde ise başımızı bir suçlu gibi utançla öne eğerdik.

    üniversitede bindiğimiz otobüslerde arkadaşlarla kendi aramızda kürtçe konuşurken, hem utandığımız, hem de çekindiğimiz için kulaktan kulağa fısıldayarak konuşurduk.

    ilkokulda öğretmenimizin kürtçe’ye uyguladığı yasak 12 eylül darbesi zamanında kanunla resmileştirildi. ağır işkenceler gördüğüm erzurum askeri cezaevi’den serbest bırakılıp eve dönünce, beni görmeye gelen annem ve ablalarım kapının arkasında biri bizi dinliyormuş gibi benimle seslerini kısarak konuştular. sebebini sorduğumda, “kenan evren kürtçe’ yi yasaklamış.” dediler ürkekçe. hem ilkokul öğretmenimizin, hem de 12 eylül cuntacılarının kürtçe’ ye vurdukları pranganın tarihi geçmişini ancak sonraları bazı kitaplarda 1925 tarihli şark islahat planı’nı okuyunca öğrenebildim.

    kürtçe yasağı beynimize öyle korku salmıştı ki, türk arkadaşların yanında kürtçe konuşmaya çekinirdik. 1987’de milletvekili seçildiğimde beni destekleyen bir türk arkadaşa, “acaba meclis’teki odamda kürtçe konuşursam türk seçmenlerden tepki alır mıyım?” diye sorma ihtiyacı hissedişim ruh halimizi anlatmaya yeter sanırım.

    bozuk türkçe’mizle alay edilmesi daha çocukluğumda bilinçaltımı yaraladı. bu yara elli yıl geçtiği halde kapanmadı. topluluk önünde türkçe konuşurken hata yaparım diye hala tedirgin olurum. yıllarca avukatlık yaptım, mahkemelerde konuşurken hep aynı huzursuzluğu hissettim. milletvekilliğinde de bu mengeneden kurtulamadım. nasıl bir şeyse kürtçe düşünüp türkçe konuşuyorum; cümleleri kafamın içinde türkçe’ ye çevirirken sözcükler doğru yerde mi diye hep denetlerim. bu da kürsüde beni duraksatır, bacaklarımın titremesine neden olur. bir gün meclis’te konuşma yaparken, o dönemin milletvekillerinden eyüp âşık’ın adı geçti konuşmamın içinde. milletvekilleri yüzlerinde müstehzi bir gülümsemeyle, “âşık, âşık…” diye aşağıdan laf başladılar. şaşkınlıkla onlara bakarken, “ben de aynı şeyi söylüyorum” dedim. eyüp âşık adını tekrar etmiştim ki, aşağıda alaycı kahkahalar patladı. konuşmamı telaş içinde bitirip aşağı indiğimde şaşkınlığım hala üzerimdeydi. bana neden güldüklerini anlayamamıştım. sonra düşününce, “âşık” sözcüğündeki a’ yı uzatmadan vurguladığımı fark ettim ve kendi halime güldüm.

    türkçe’de böyle sorunlar yaşarken, peki kürtçe ile aram çok mu hoş? ne hazin şey ki, kürtçe’ yi de gönül rahatlığıyla konuşamıyorum. bilincim gibi dilim de sakatlandı. o şiddetli asimilasyon altında yıllar yılı türkçe konuşmak için didinirken, kürtçe’ den epey uzaklaştım. kürtçe’yi ancak sınırlı sözcüklerle konuşabiliyorum. şimdi çarmıhta gibiyim; ne kafama sopalarla vurularak öğretilen türkçe’ yi, ne de ana dilim kürtçe’ yi doğru dürüst konuşabiliyorum. benim bu yaşadıklarımı milyonlarca kürt çocuğu yaşadı ve yaşamaya devam ediyor.

    peki siz? siz hiç kürt oldunuz mu? değil bir ömür, sadece bir hafta kürt olsaydınız acaba ne hissederdiniz?"
  • hiç kürt oldunuz mu? sorusu yerine ilk okulda hiç dayak yediniz mi? şeklinde de sorulabilecek soru. ana dilde eğitimi destekleyen biri olarak pisikopat bir ilkokul öğretmeninden benzer şekilde dayaklar yediğimi de belirtmek isterim. sınıfta esnediğim için kafamda kırılan tahta cetvelden tutun da anlat dediği konuyu anlatamadığım için kulaklarımdan tutup yerlerde sürükleyebilecek pisikopatlıkta bir hocaya sahiptim. kepçe kulaklarımla alay edildiği için saçımı kestirdiğim günler kara günlerdi benim için ve hala kısa kesemem saçlarımı.

    demek istediğim eğer istenen bir haksa durumu ajite etmek yerine evrensel insan hakları bağlamında sağlam bir duruş sergilemek gerekiyor. durumu acıklı hale getirmek faşist kafalarda faşist fikirler doğuruyor. bir taraftaki faşistlerin güçlenmesi diğer taraftakileri de güçlendiriyor.
  • yaziyi okurken oyle bir utandim ki yuzum yanmaya basladi. sirf turk oldugumuz icin mutlu bir cocukluk donemi gecirdik. bu nasil bir ayricalik yarabbim. bu utanc duygusu insani yerinde oturtmaz, soyliyim. ve boyle hisseden sadece ben olmayacagim.
  • "türkiye'de o maaşa çalışacak milyonlarca işsiz var"

    "ben askerliğimi yaptım, herkes sike sike yapacak"

    "kürtler hak istiyormuş, oldu olacak lazlara çerkeslere de verelim"

    "ben de dayak yedim sesimi çıkarıyor muyum"

    kardeşim çaresizliğiniz ne içselleştirilmiş be *. yahu sen kendi hakkını aramayacak kadar debilsen, başkasının mücadelesine neden engel oluyorsun? yazıyı okuyup "ajitasyon yapılıyor, bunların niyeti bozuk," demek ise ideolojik bonus.
  • bu işin sonu "kürt soykırımı"na kadar gidecek anlaşıldı. holywood'a da iki tane film yaptırırız. iki tane de müzik grubu.. onun habercisi bu yazı. da; bu kadar kolay olmamalı bazı şeyler.

    12 eylül'de işkence görmek,bozuk türkçeyle dalga geçilmesi, öğretmenden dayak yemek, çobanlık yapmak, kürtçe konuşmaktan utanmak..

    bilmiyorum. yani bu kadar basite indirgenmemeli. bu kadar dramatize edilmemeli bazı şeyler. şimdi 12 eylül'de sol kesimden yalnızca kürtlerin işkence görmediğini anlatmaya kalksam, bir ton laf. solun yalnızca kürtlerden oluşmadığını, kürtlerin solu yalnızca kendilerinden ibaret görmeye başladıklarını ve bunun saçma olduğunu anlatmaya kalsam da bir ton laf. bozuk türkçe konusunda; bir karadenizlinin ağızı ile, bir egelinin, bir trakyalı'nın ağzı ile de dalga geçildiğini ve hatta pür istanbul türkçesi ile konuşanlarla da dalga geçildiğini söylesem o da bir ton laf.. öğretmenden dayak yemeyen varsa gidip alnından öpeceğimi söylesem ha keza.. çobanlığın, yoksulluğun anadolunun göbeğinde, türkiye'nin başkentine dahi hakim olduğunu söylesem..

    bir ton laf.

    şiirler şarkılar güzeldir. severiz, coşkuyla, o an bize hangi duyguyu zerk etmişse onunla okur söyleriz de, biraz rasyonalite. biraz daha gerçekçilik. yani bu konuda bizi uyuşturacak ne varsa onlardan bir adım geri durarak konuşmamız gerekiyor bu tür konuları.

    hani diyorsun ya "şu milliyetçilik duygularını bir kenara bırak".. sen de bırak canım kardeşim. sen de bırak.

    yazılan yazıdan çok, yazıya gelen tepkilere ve duygu seline bakarak söylüyorum bunu. yoksa yazarın işi zaten yazmak.
  • kürt sorununun en naif bir şekilde dile getirilmiş halidir. eğer bu yazı bile tepki çekiyorsa işimiz zor demektir.
  • kendi çocuğu bir tokat yediğinde ortalığı yıkıp bu insanların bu devirde hala maruz kalmakta oldukları şiddete 'ağlaklık' 'ajitasyon' 'zayıflık' yorumları yapabilen insanları* ortaya koymuş olan yazıdır.

    hadi kürtlerden hoşlanmıyor ve onların mücadelelerinin sebeplerini anlamıyorsunuz, 6-7 yaşında bir çocuğun tüm masumiyetinin korkularla ve şiddetle kirletilmesine nasıl bu kadar destek verebiliyorsunuz? bu herhangi bir ideolojiden önce insanlığa sığmamalı.
  • "bir babam vardı benim isimlerini kendisinin bile arada bir karıştırdığı bir sürü çocuğu...ilk beş kardeşimi doğuran anne yaşlanınca babam ikinci kadını aldı o da doğurdu bir beş tane, tabi doğup ölenleri söylemiyorum, ayrıca basit bir arazi anlaşmazlığı yüzünden iki kardeşim amcaoğulları tarafından öldürüldü...hayat böyle devam ediyordu yaşadığımız topraklarda...sonra bize karşı işlenen zulümlerden şikayet etmeye başladık...dilimizi yasakladılar diyorduk mesela, fakir kaldık diyorduk...herşeyi devletten beklemek, herşeyin suçlusu olarak devleti görmek...
    bir gün devlet babama "hacı sen nasıl yetiştiririm, başkalarını incitmeyecekleri bir aile terbiyesi nasıl veririm türünden hiç bir endişe taşımadan hayatın içine saldığın onca çocuğuma devlet baksın diyorsun öyle mi"...dedi... babam "he valla" dedi..."başka ne olacaktı ki"..."peki" dedi devlet..."bakalım"... "okula yolla bari çocukları"...bu sefer babam "para verirseniz yollarım" dedi ...devlet buna da "peki" dedi...
    sonra istanbula, izmire bilimum yerlere de taşındık... sebeplerden biri köylerimizin yakılması idi...
    ezberlerimiz vardı;
    korsan kitap satabilirdik... çünkü t.c. düşmanımızdı... uyuşturucu satabilirdik çünkü tc bizi fakir bırakmıştı...
    babalarımızı işe götüren belediye otobüslerini yakabilirdik çünkü bizde olmayan her şey türklerde vardı... "
    liste uzar gider...
    bazıları bu kadar da basit değil diyecek belki...ama bazen hayat ve içindeki "gerçekler", bu kadardan bile daha basittir...
    siz hiç kürt oldunuz mu derken bunları kastetmiş galiba soruyu soran kişi...
    çünkü kürt olmak biraz da bu değil mi? kürt olmayı bazıları "filleri" ile buna indirgemedi mi?
    ...
    bu toprakların sosyolojik bir veri olarak kabul etmek gerekir ki bazı manevi dinamikleri, kökleri vardır, hem türkleri hem kürtleri birbirine bağlayan; onları bir ve aynı yapan...benzeştiren...birini diğerinin gözünde "öteki" olmaktan çıkaran...şimdi o dokuda heder olmaya başladı...
    pkk'yı bir yerlerde önce "teorik" olarak dizayn edenler onun ideolojisinin bile sosyalist olmasını boşuna seçmedi...türkiye sosyalist bir devlet olsaydı muhtemelen pkk'nın ideolojisi "dini" referanslardan beslenen bir ideoloji olarak belirlenecekti...90'lı yılların başında yanlarında seccade taşıyan pkk'lılar örneğinde olduğu gibi...
    şimdilerde gelinen nokta itibariyle ortalarda serseri mayın gibi, zemberiği boşalmış saat gibi dolanan, nihilist, amaçsız, "hayatı" ıskaladığının farkında bile olmayan, bir insana acı verdiğinde, bunun bile farkına varamayacak kadar vicdana "duyarsızlaşmış" yeni yetme, herhangi "değer yargısı"ndan yoksun; halk tabiriyle "allahsız, kitapsız" gençler üretmeye başladı kürt toplumu...ve bunun ilk yansımalarını kendi içlerinde görmeye, kendileri de bir bedel ödemeye başladı...birbirlerine karşı işledikleri suçlar bazen insanın kanını donduracak nitelikte ki bunlar sadece medyaya yansıyanlar...
    kültürel haklarımız yok falan diye bağıranlar aslında çoktan o kültüre ihanet ettiler...
    ortada ne olduğu belirsiz piç bir kültür oluşmaya başladı...
    birbirlerine karşı, yani "hayata" karşı işledikleri hiçbir suçu kabul etmeden, "bu konularda kendimizi sorgulamamız, halkımızı bilinçlendirmemiz gerek" endişesi taşımadan kendilerine yapılan haksızlıkları öne doğru itekleyip iki de bir türkiye cumhuriyeti devletini suçlamak da -devlet gücünü kullanan birilerinin tasvip etmediğimiz fiilleri zihniyetleri olmasına rağmen- bir yerden sonra "ha siktir lan" dedirtiyor insana...
    oysa türkler bilmektedir muş'un bir kıraathanesine bir süre takıldıktan sonra o müşfik, misafirperver ve içten gülümsemesi ile "gardaş ilk çaylar artık bizden" diyecek kadar yüce gönüllü kürt kardeşlerinin de olduğunu...
    ayrıca yine birçok türk bilmektedir türkiye'nin türkiye cumhuriyeti devletinden daha köklü ve daha kadim olduğunu...keşke bunu bazı kürtlerde görebilseydi...
  • düz mantıkla okunduğunda kendi için de acıklı bir yazının başlığı.

    tarihsel gerçekleri yazara hatırlatarak, ilkokulda tanıştığı dil türkçe olmasaydı ya ingilizce yada fransızca olacaktı demek istiyorum.
    milli mücadele tarihini bir okursa daha net anlayacaktır.

    sanki türkler işini gücünü bırakmış, kürtlerin bağımsızlık içinde yaşadıkları coğrafyasını işgal etmiş, onları
    asimile etmekle uğraşıyorlar gibi bir hava yaratılarak kürtler üzerinden mazlum edebiyatı yapılıyor.

    bu kalın kafanıza sokmanız gereken şu; atatürk'ün ön gördüğü gibi eğer bir kürdistan kurulursa, bu türkiye için ciddi bir tehdit olur.
    bura da altının çizlmesi gereken konu tehtidi oluşran kürtler değil, kürtlerin kucağına oturacağı emperyal devletlerin kendisi olacaktır.

    bugün kuzey ırak'ta kurulan abd güdümlü devlet buna örnektir.

    şimdi sosyalist düşünceyi bile bu topraklarda, türk devrimcilerinden öğrenmiş kürt arkadaşlar soracak "türkiye şuan çok mu bağımsız, şu an bir kucakta oturmuyor mu?"

    ben de peşinen cevap vereyim türkiye'yi bu hale 1950 den bu yana menderis'i, özal'ı, tayyip'i seçenler bu hale getirdi. devletin resmi ideolojisini savunan ulusalcılar değil.

    şimdi mahmut alınak'a sunu demek lazım, öğretmen başına vura vura türkçe öğretmiş, sen de okumuş üniversite bitirmişsin sonra da tbmm'ye vekil olarak girmişsin.
    fena mı olmuş! zaten kendin diyorsun çobanlık yaparken, babam kolumdan tuttu okula gönderdi. devletin okulu olmasaydı çoban olarak kalacaktın.
  • türklerin işlerini güçlerini bırakıp, kürt vatanını işgal edip, asimilasyon yaptığı gibi külliyen yalan bir çıkarıma neden olmaktadır. :/

    (bkz: dersim gerginliği)
    (bkz: dersim tatsızlığı) *
hesabın var mı? giriş yap