• kara kitap'tan** en guzel bolumlerinden birisi. (bkz: antichrist)

    hepimiz o'nu bekliyoruz. hepimiz yüzyıllardır o'nu bekliyoruz. bazılarımız, galata köprüsü üzerindeki kalabalıktan bunalıp haliç'in kurşuni mavi sularına kederle bakarken, bazılarımız, surdibi'ndeki iki göz odayı bir türlü ısıtmayan sobaya odun atarken, bazılarımız cihangir'in arka sokağındaki rum apartmanının o hiç bitmeyen merdivenlerini çıkarken, bazılarımız ücra bir anadolu kasabasında, meyhanede arkadaşlarla buluşma saati gelsin diye, istanbul gazetesindeki bulmacayı çözerken, bazılarımız da o gazetede sözü edilen ve resmi basılan uçaklara binmeyi, aydınlık salonlara girmeyi, güzel gövdelere sarılabilmeyi hayal ederken, o'nu bekliyoruz. ellerimizde yüz kere okunmuş gazetelerden katlanmış kese kağıtları, en ucuz plastikle yapıldığı için, içindeki elmaları da sentetik bir kokuyla kokutan torbalar, avuç içlerimizde ve parmaklarımızda morumsu izler bırakan pazar fileleri, çamurlu kaldırımlarda hüzünle yürürken de o'nu bekliyoruz.

    cumartesi akşamları şişeleri ve camları kıran erkeklerle, dünya güzeli kadınların doyum olmaz maceralarını seyrettiğimiz sinemalardan yalnızlık duygusunu arttıran orospularla yattığımız kerhanelerin sokağından, küçük saplantılarımız var diye acımasız arkadaşlarımızın bizimle alay ettiği meyhanelerden ve gürültücü çocukları bir türlü uyuyamadığı için radyolarındaki tiyatroyu bile tadını çıkararak dinleyemediğimiz komşu evinden dönerken, hepimiz o'nu bekliyoruz.

    bazılarımız o'nun arsız çocukların sapanlarıyla sokak lambalarını kırdıkları arka mahallelerin karanlık köşelerinde ilk görüneceğini söylüyor, bazıları da milli piyango, spor toto, çıplak kadınlı dergi, oyuncak, tütün, prezervatif ve her türlü ıvır zıvır satan günahkarların dükkanlarının önünde. nerede, ama nerede ilk görünürse görünsün, ister küçük çocukların günde on iki saat kıyma yoğurduğu köfteci dükkanlarında, ister binlerce gözün tek bir isteğin bakışıyla yanarak tek bir göze dönüştüğü sinemalarda, ister melek kadar günahsız çobanların mezarlıklardaki servilerin büyüsüne kapıldığı yeşil tepelerde ilk ortaya çıksın, o'nu ilk gören talihlinin hemen tanıyacağını ve sonsuzluk kadar uzun ve bir göz kırpma kadar kısa süren bekleyişin sona erip, kurtuluş vaktinin geldiğinin hemen anlaşılacağını söylüyor herkes.

    kuran bu konuda yalnızca harfleri okumasını bilenler için açık (el isra' suresinin 97. ayeti,ez-zümer' suresinin allah'ın kuran'ı "birbirine benzer ve çift inzal" ettiğini söyleyen 23. ayeti vs.) kuran'ın inişinden üç yüz elli yıl sonra yazan kudüslü mutahhar ibn tahir'in `başlangıç ve tarih' adlı kitabına göreyse, bu konudaki tek kanıt, muhammed'in "adı, görünüşü ya da işi benimkini tutan birinin yol göstereceği" yolundaki sözleri ya da bu ve benzeri hadislere kaynaklık eden öbür tanıklıkların şahitlikleri. bundan gene üç yüz elli yıl sonra, şiilerin samarra'daki hakim-ül vaki türbesinin yer altındaki mahzeninde, o'nun zuhur etmesinin törenlerle beklendiğini ibn batuta'nın `seyahatname'sinde kısca değindiğini biliyoruz. otuz yıl sonra ise, firuz şah'ın kâtibine yazdırdığına göre, delhi'nin sarı ve tozlu sokaklarında, o'nu ifşa edeceği harflerin esrarıyla birlikte bekleyen binlerce mutsuz varmış. yine aynı yıllarda, ibni haldun'un o'nun ortaya çıkışıyla ilgili hadisleri aşırı şii kaynaklarından ayıklayarak tek tek ele aldığı `mukaddime'sinde, bir başka noktanın yeniden üzerinde durulduğunu biliyoruz:
    o'nunla birlikte deccal'in, şeytan'ın ya da frenklerin anlayış ve diliyle söylersek anti-christ'in görüleceği ve o kıyamet ve kurtuluş gününde o'nun deccal'i öldüreceği.

    şaşırtıcı olan şey ise, ücra bir anadolu kasabasındaki evinde kurduğu bir hayâli bana yazan değerli okurum mehmet yılmaz'dan, ondan yedi yüz yıl önce, bu hayâli kurup `ankayı mugrib'inde yazan ibn arabi'ye, bizden bin yüz on bir yıl önce, o'nun kurtardıklarını peşine takıp istanbul'u hristiyanlardan feth edeceğini rüyasında gören filozof el kındi'den, çok
    sonraları gerçekleşen bu rüyanın arka sokağında, beyoğlu'ndaki bir manifaturacı dükkânında makaralar, düğmeler ve naylon çoraplar arasında o'nun düşünü kuran tezgâhtar kıza kadar, herlkesin büyük kurtarıcıyı düşlerken ve beklerken o'nun yüzünü bir türlü hayâl edememesi.
    oysa deccal'i çok iyi hayal edebiliyoruz: buhari'nin `enbiya'sına göre, deccal tek gözlü ve kızıl saçlıdır, `hacc'ına göre, yüzünün üzerinde kim olduğu yazılıdır; tayalisi'ye göre kalın boyunlu olan deccal, ondan bin yıl sonra, istanbul'da hayâl kuran hoca nizamettin efendi'nin `tevhid'ine göre ise kırmızı gözlü ve kemiklidir. benim ilk gazetecilik yıllarımda anadolu'da çok okunan karagöz gazetesindeyse, bir türk cengâverinin serüvenlerinin anlatıldığı çizgi romanda, deccal, yılık ve çarpık ağızlı çizilirdi. henüz fethedilmemiş konstantinopolis'in dilberleriyle sevişen cengâverimizin, inanılmaz hileleriyle boğuştuğu (bazılarını ressama ben önerirdim) deccal, geniş alınlı, iri burunlu ve bıyıksızdı. deccal'in hayâl gücümüzü bu kadar hareketlendirmesine karşılık, hepimizin beklediği kurtarıcıyı, o'nu bütün renkleriyle canlandırabilen tek yazarımız doktor ferit kemal'in eseri `le grand pacha'yı fransızca yazıp, ancak 1870'de paris'te yayımlayabilmesini bazılarımız edebiyatımız için bir kayıp olarak görüyorlar.

    o'nu bütün gerçekliğiyle tasvir eden bu tek eseri, `le grand pacha'yı fransızca yazıldığı için türk edebiyatının bir parçası olarak
    görmemek ne kadar yanlışsa, şadırvan' ya dabüyük doğu' gibi doğucu dergilerde, bazılarının bir eziklik duygusuyla, rus romancısı dostoyevski'nin `karamazov kardeşler'indeki büyük engizitör parçacığının bu küçük risaleden yürütüldüğünü ileri sürmeleri de o kadar acıklıdır. doğu'dan batı'ya, ya da batı'dan doğu'ya yürütülmüş eserler efsanesi, bana hep şu düşüncemi hatırlatır: dünya dediğimiz rüyalar âlemi, bir uykudagezerin şaşkınlığı içinde kapısından giriverdiğimiz bir evse eğer, edebiyatlar da, alışmak istediğimiz bu evin odalarına asılmış duvar saatlerine benzerler.
    şimdi:
    1. bu düşler evinin odalarındaki tıkırtılı saatlerin birinin doğru ya da yanlış olduğunu söylemek saçmadır.
    2. odalardaki saatlerden birinin öbüründen beş saat ileri olduğunu söylemek de saçmadır, çünkü aynı saatin yedi saat geri olduğu sonucu da aynı mantıkla çıkarılabilir.
    3. saatlerden biri dokuzu otuz beş geçeyi gösterdikten her hangi bir süre sonra, evdeki başka bir saatin dokuzu otuz beş geçeyi göstermesinden, ikinci saatin birincisini taklit ettiğini sonucunu çıkarmak da saçmadır.

    sayısı iki yüzü aşan mutasavvıfane kitap yazan ibn arabi, ibn rüşd'ün kurtuba'daki cenazesinde bulunmadan bir yıl önce fas'taydı ve kuran'ın yukarıda sözünü ettiğim (dizgici şimdi sütunun üstündeysek "yukarıda" değil "aşağıda" yaz!) `el isra suresi'nde anlatılan, muhammed'in bir gece kudüs'e götürülüp oradan merdivenle (arapçası miraç) göğe çıkması, cenneti, cehennemi iyi bir syretmesi hikâyesinden (rüyasından) ilhamla bir kitap yazıyordu. şimdi, ibn arabi'nin rehberi eşliğinde göğün yedi katını nasıl dolaştığını, oralarda gördüklerini, rastladığı peygamberlerle neler söyleştiklerini anlatışına ya da bu kitabı tam 35 yaşında (1198) yazışına bakıp, nizam adlı bu rüyalardan çıkma kızın doğru, beatrice'in yanlış; ya da ibn arabi'ni doğru, dante'nin yanlış; ya da kitab al isra ile makam al asra'nın doğru,divina commedia'nın yanlış olduğuna hükmetmek, demin sözünü ettiğim birinci cins saçmalığa örnektir.

    endülüslü filozof ibn tufeyl'in ıssız adaya düşen bir çocuğun doğayı, nesneleri kendisine emziren bir geyiği, denizi, ölümü, gökleri ve `ilahi gerçekleri' tanıyarak, orada tek başına yıllarca yaşayışını ta on birinci yüzyılda kaleme almasına bakıp, hayy ibn yakzan'ın robinson cruzoe'dan altı yüz yıl ileri olduğuna karar vermek; ya da ikincisinin eşyaları ve araçları daha ayrıntıyla anlatmasına bakıp ibn tufeyl'in daniel de foe'dan altı yüzyıl geri olduğunu söylemek de ikinci cins saçmalığa örnektir.
    üçüncü mustafa devri şeyhülislâmlarından hacı veliyyüdin efendi, 1761 yılı mart ayında, bir cuma akşamı evine gelip yazı odasındaki muhteşem dolabı gören geveze bir dostunun, "hoca efendi, dolabın da aklın kadar karışıkmış!" yolundaki saygısız ve münasebetsiz sözü üzerine, ani bir ilhama kapılıp, hem aklında, hem de ceviz dolabında her şeyin yerli yerinde olduğunu, ikisini birbirine benzeterek kanıtlayan uzun bir mesnevi yazmaya başlamış. bu eserde, iki kapaklı, dört gözlü ve on iki çekmeceli ermeni işi o şahane dolapta olduğu gibi, aklımızın içinde de, saatleri, mekânı, sayıları, kâğıtları ve bugün nedensellik',varlık', `zorunluluk' dediğimiz nice ıvırı zıvırı saklayan on iki göz olduğunu alman filozof kant'ın saf aklın on iki kategorisini sıraladığı o ünlü eserini yayımlayışından yirmi yıl önce göstermesine bakıp almanın onu taklit ettiği sonucunu çıkarmak da üçüncü cins saçmalığa örnektir.

    doktor ferit kemal, hepimizin beklediği büyük kurtarıcıyı, o'nu bütün canlılığıyla resmederken, yüz yıl sonra soydaşlarının kendisine bu türden saçmalıklarla yaklaşacağını bilseydi şaşmazdı; çünkü bütün hayatı kendisini bir rüyanın sessizliğine bırakan bir ilgisizlik ve unutuluş halesiyle çevriliydi zaten. bugün, onun hiçbir fotoğrafta göremediğimiz
    yüzünü, bir rüyadagezerin hayâletimsi yüzü gibi düşleyebiliyorum ancak:

    bir esrarkeşti. kendisi gibi, paris'teki birçok hastasını afyonkeş ettiğini abdurrahman şeref'in `yeni osmanlılar ve hürriyet' adlı küçültücü çalışmasından çıkartıyoruz. 1866'da -evet, dostoyevski'nin ikinci avrupa yolculuğundan bir yıl önce- belli belirsiz bir isyan ve hürriyet duygusu yüzünden paris'e gitmiş, avrupa'da yayımlanan hürriyet ve muhbir gazetelerinde bir iki makalesi çıkmış, ama jöntürkler sarayla uzlaşıp tek tek istanbul'a dönerlerken, o paris'te kalmış. başka bir iz yok. kitabının önsözünde baudelaire'in `paradis artificiels'inden sözettiğine göre, benim çok sevdiğim de quincey'den haberliydi belki; belki de, afyonla deneylere de girmişti; ama o'nu anlattığı sayfalarda bu deneylerin değil, tam tersi, bugün bizim ihtiyacımız olan kuvvetli bir mantığın izleri görülüyor. bu yazıyı, bu mantığı tartışmak, silahlı kuvvetlerimizin yurtsever subaylarına `le grand pacha'daki karşı durulmaz düşünceleri tanıtmak için yazıyorum.
    ama bu mantığı anlamak için, önce kitabın havasına girmek gerekiyor. mavi ciltli, 1861'de paris'de yayımcı poulet-malassis tarafından kalınca bir saman kâğıda basılmış bir kitap düşünün. yalnızca doksan altı sayfa. bir fransız ressama (de tennielle) çizdirilmiş, o zamanın istanbul'undan çok, bugünün taş binalı, kaldırımlı, parke kaplı istanbul sokaklarına benzeyen, o
    zamanki taş hücrelerden ve ilkel işkence aletlerinden çok, bugünkü beton fare deliklerini ve askılı, manyetolu işkence aletlerini hatırlatan çevrelerin, eşyaların ve gölgelerin resimlerini düşünün. kitap, bir geceyarısı, istanbul'un arka sokaklarından birini tasvirle açılıyor. bekçilerin kaldırımları döğen bastonlarından ve uzak mahallelerde birbirleriyle boğuşan köpek çetelerinin ulumalarından başka hiçbir ses yok. ahşap evlerin kafeslerle kaplı pencerelerinden hiçbir ışık sızmıyor. bir soba borusundan çıkan belli belirsiz bir duman, kubbelerin üstüne inmiş inceceik sise karışıyor. bu derin sessizlik içinde, boş kaldırımlarda yürüyen ayak sesleri duyuluyor. herkes bir müjde gibi duyuyor bu tuhaf, yeni, beklenmedik ayak seslerini; hırka üzerine hırka giyip soğuk yataklarına girmeye hazırlananlar da, kat kat yorganlar altında rüya görenler de.
    ertesi gün ise, gecenin kasvetinden uzak güneşli bir şenliktir.
    herkes o'nu tanımış, herkes o'nun o olduğunu anlamış, herkes karamsarlık zamanlarında hiç bitmeyeceğini sandığı acılarla yüklü sonsuzluk saatinin dolduğunu kavramıştır. bu bayram havası içinde dönen atlıkarıncalar, barışan eski düşmanlar, elma şekeri ve macun yiyen çocuklar, birlikte şakalaşan kadınlar ve erkekler, çalıp oynayanlar arasındadır o. güzel günlere götüreceği, zaferden zafere koşturacağı mutsuzlar arasında yürüyen üstün bir kurtarıcı'dan çok, kardeşleri arasında yürüyen bir ağabeydir o. ama, bir kuşkunun gölgesi de vardır yüzünde; bir düşüncenin, bir sezginin. işte o zaman, sokaklarda böyle düşünceli düşünceli yürürken o, grand pacha'nın adamları o'nu yakalayıp şehrin taş kemerli soğuk zindanlarından birine tıkarlar. geceyarısı, elinde bir kandil grand pacha o'nu hücresinde ziyarete gelir, bütün gece konuşur.
    kimdi grand pacha? buna yazar gibi, ben de, okuyucunun kendi ozgürlüğüyle karar vermesini istediğim için, bu çok kendine özgü kişinin adını bile büsbütün türkçeye çeviremiyorum. paşa olmasına bakıp bir büyük devlet adamı, bir büyük asker ya da büyük rütbeli herhangi bir asker olduğunu düşünebiliriz. sözlerindeki mantığın doğruluğuna bakıp, aynı zamanda bir filozof ya da bizde çok görülen ve kendinden çok devleti, milleti düşünen kişilerde hissettiğimiz bir tür bilgeliğe erişmiş yüce kişi olduğunu da düşünebiliriz. bütün gece o zindan hücresinde grand pacha anlatacak, o dinleyecektir. işte grand pacha'nın o'nu susturan ve ikna eden mantığı ve sözleri:

    1. herkes gibi ben de hemen senin o olduğunu anladım (diye sözlerine başlar grand pacha). bunu anlamam için yüzlerce, binlerce yıldır yapıldığı gibi, harflerin, rakkamların sırlarına, gökteki ya da kuran'daki belirtilere başvurmama gerek kalmadı hiç. kalabalığın yüzündeki sevinci ve zafer heyecanını görünce anladım senin o olduğunu. şimdi, acıları ve kederi
    unutturmanı, kaybettikleri umudu vermeni, onları zaferden zafere koşturmanı bekliyorlar senden, ama sen bunları verebilecek misin onlara? yüzyıllarca önce muhammed mutsuzlara umut verebilmişti, çünkü kılıcıyla zaferden zafere koşturmuştu onları. oysa, bugün imanımız ne olursa olsun, islâmın düşmanların silâhları bizimkilerden çok daha güçlü. hiçbir askeri başarı imkânı yok! kendilerini `o' diye tanıtan düzmece mehdi'lerin hindistan'da, afrika'da ingilizlere, fransızlara bir süre kök söktürmelerinden sonra, ezilip yok olmalarından, daha büyük yıkımlara yol açmalarından da belli değil mi bu? (bu sayfalardan, yalnızca islâmın değil, doğu'nun batı önünde büyük çaplı bir zafer kazanmasının da artık bir hayâl olduğunu gösteren askeri, iktisadi karşılaştırmalar var: grand pacha, batı'nın zenginlik düzeyiyle doğu'nun sefaletini gerçekçi bir siyasetçinin yapacağı gibi dürstçe karşılaştırıyor ve o, bir şarlatan değil, gerçekten o olduğu için, çizilen bu iç karartıcı resmi sessizce ve hüzünle onaylıyor.)

    2. ama bu içler acısı sefalet, mutsuzlara bir zafer umudu verilemeyeceği anlamına gelmez tabii (diye devam ediyor grand pacha sözlerine, vakit geceyarısını çok geçmişken). yalnızca `dış' düşmanlarımıza karşı savaş
    açamayız. ama ya içerdekiler? bütün sefaletin, acılarımızın kaynağı çimizdeki günahkârlar, tefeciler, kan içiciler, zalimler ya da öyle oldukları halde sureti haktan gözükenler olmasın sakın? mutsuz kardeşlerine bir zaferin ve mutluluğun umudunu yalnızca içimizdeki düşmana karşı açacağın savaşla verebileceğini sen de görüyorsun değil mi? o zaman, bu savaşın kahraman askerlerle, gazilerle değil, muhbirle, cellâtlarla, polisle, işkencecilerle birlikte verilecek bir savaş olduğunu da görüyorsun demektir. umutsuzlara sefaletin sorumlusu olan bir suçlu göstermeli ki, onun başının ezilmesiyle cennetin yeryüzüne ineceğine inanabilsinler. kardeşlerimize umut verebilmek için aralarındaki suçluları gösteriyoruz onlara. onlar da, ekmek kadar umut da istedikleri için inanıyorlar. suçluların aralarında en zeki ve en dürüst olanları, her şeyin bu mantıkla yapıldığını yapıldığını gördükleri için, cezaları infaz edilmeden önce, varsa eğer, küçük suçlarını bire on katıp anlatıyorlar ki, mutsuz kardeşleri hiç olmazsa biraz daha umutlanabilsinler. bazılarını af bile ediyoruz, aramıza katılıp suçlu avına çıkıyorlar. kuran gibi, umut da, yalnız vicdani hayatımızı değil, bizim dünyevi hayatımızı da ayakta tutuyor: umudu ve özgürlüğü, ekmeği beklediğimiz yerden bekleriz çünkü.

    3. senden beklenilen bütün bu güç işleri başarabilecek kadar kararlı, kalabalıklar içinden suçluları gözünü kırpmadan çekip çıkarabilecek kadar adil ve pek istemeden de olsa, onları işkenceden geçirebilecek kadar, bütün bu işlerin üstesinden gelebilecek kadar güçlü olduğunu biliyorum: çünkü o'sun sen. ama bu umutla ne kadar oyalayabileceksin bu kalabalıkları? bir süre sonra, işlerin düzelmediğini görecekler. ellerindeki ekmek büyümediği için senden aldıkları umut da tükenmeye başlayacak. o zaman, kitaba ve her iki dünyaya olan inançlarını kaybetmeye başlayacaklar gene; kendilerini, bir gün önce yaşadıkları derin karamsarlığa, ahlâksızlığa, ruhsal sefalete kaptıracaklar. en kötüsü, senden şüphelenmeye, senden nefret etmeye başlayacaklar; polisler ve gardiyanlar yaptıkları işkencelerin anlamsızlığından öyle bir yorulacaklar ki, ne en son yöntemler oyalayacak onları, ne de senin onlara vermeye çalıştığın umut; darağaçlarından salkım salkım üzümler gibi sallandırılıveren talihsizlerin boşu boşuna kurban edildiğine karar verecekler. o kıyamet gününde, artık ne sana, ne senin onlara anlattığın hikâyelere inanacaklarını görüyorsundur. ama daha kötüsünü de örüyorsundur: hep birlikte inanacakları bir hikâye kalmayınca, hepsi tek tek kendi hikâyesine inanmaya başlayacak, herkesin kendi hikâyesi olacak, herkes kendi hikâyesini anlatmak isteyecek. kalabalık şehirlerin kirli sokaklarında, bir türlü çekidüzen verilemeyen çamurlu meydanlarında, milyonlarca sefil, başlarının çevresinde bir mutsuzluk halesi taşır gibi taşıdıkları kendi hikâyeleriyle uykudagezerler gibi hüzünle gezinecekler. o zaman onların gözünde sen o değil, deccal olacaksın artık, deccal de sen! bu sefer senin değil deccal'in, o'nun hikâyelerine inanmak isteyecekler. zaferle geri dönen ben ya da benim gibi biri olacak deccal. o da bu mutsuzlara senin yıllardan beri onları kandırdığını, umut değil, onlara yalan aşıladığını, salında o değil deccal olduğunu söyleyecek. belki buna da gerek kalmayacak, ya deccal'in kendisi ya da yıllardır senin kendisini kandırdığına karar vermiş bir mutsuz, bir geceyarısı, karanlık bir sokakta tabancasının kurşunlarını senin bir zamanlar kurşun işlemez sanılan ölümlü gövdene boşaltıverecek. böylece, yıllarca onlara umut verdiğin ve yılarca onları kandırdığın için, artık alışıp sevmeye başladığın çamurlu sokakların, kirli kaldırımların birinde, bir gece ölünü bulacaklar.
  • küvet, klozet, lavabo vesaire vesaire vesaire
    (bkz: bir turlu alinamayan hela takimi)
  • (bkz: kurtarıcı)
  • hepimizin çokluğunun, beklerkenki kalabalığının, onu özlemesinin gizli kesinliği, bir dua yapıyor bu cümleyi.
    içimde umutsuz bir mana arayıcısı var. gündoğunca benimle birlikte kalkıyor. ben kahvaltı ederken, birileriyle konuşurken, birilerine susarken, yorulmuşken, neşeliyken o uyanık. yaptıklarımın, yapmadıklarımın arkasında duruyor sinsi sinsi. yalnız kaldığım her anda büyüyor. kardeşim ve düşmanım. bu cümle, ben o beklediğim onun, aslında ne olduğunu kesinleştirmemişken, diğerlerini işaret ediyor bana. sessizce bir şey umanları. günün üstündeki ince örtüyü kaldırıyor. kardeşlik duygusu kuruyor tanımadıklarımla.
  • sanırım, dostoyevski'nin bir romanında da, muhtemelen karamazof kardeşler, le grand pacha ile mehdi arasındaki diyaloga benzer bir sahne var idi. hz.isa'nın yer yüzüne inişi vefakat tutuklanıp zindana atılışı ve zindanda o devrin ruhani lideri papa ile geçen konuşmaları, le grand pacha ile mehdi arasındaki konuşmanın neredeyse aynısıdır. orhan pamuk'un bu hikayede dostoyevskiye gönderdiği referansta doğu-batı arasındaki intihal tartışmasını göz önünde bulundurduğu düşünülebilir. şöyle ki:

    "3. saatlerden biri dokuzu otuz beş geçeyi gösterdikten her hangi bir süre sonra, evdeki başka bir saatin dokuzu otuz beş geçeyi göstermesinden, ikinci saatin birincisini taklit ettiğini sonucunu çıkarmak da saçmadır."

    doktor ferit kemal, dostoyevski'nin ikinci avrupa yolculuğundan bir yıl önce paris'e gitmiş; ve le grand pacha 1861 yılında, karamazof kardeşler'den 18 yıl önce yayınlanmıştır. muhtemeldir ki, orhan pamuk, dostoyevski'nin le grand pacha'dan etkilendiğini; ama yine de birbirini izleyen saatlerin birbirlerini taklit ettikleri iddia edilemeyeceği gibi, dostoyevski'nin de bir taklitçi olmadığını ima etmektedir.
hesabın var mı? giriş yap