• agladigini istemem ben olursem
    beni en sevdigin halinle hatirla
    uzak bir yerde calistigimi dusun
    hayatta olduguma inan
    bir gun gelir kendiliginden
    gecer butun uzuntun

    her yeni gelen gunu
    yeni bir umitle beklemeli
    her yeni gun
    yeni havalarla gelir
    gece, yagan yagmurla uyursun
    sabah bir de bakarsin odan gunesli

    her gelen vapuru, treni
    yeni bir umitle beklemeli
    her gelen vapur, tren
    yeni insanlarla gelir
    ben esmerdim guzelim
    bu sefer sarisini seversin
    ask yasayanlar icindir.

    necati cumali
  • her şarkının götürdüğü yer başka,
    hepsi başka başka sinmiş içime.
    biri, büyükdereye götürüyor,
    biri onaltı yaşımın kadıköyüne.

    kimse sevgimi bilmez şarkısı
    eskiden ağlatırdı beni;
    şimdi düşündürüyor.

    --- özdemir asaf ---
  • oğuz atay'ın tutunamayanlar eserindeki muhteşem bölüm. izahatı romanın içindedir. şarkılarsa şöyledir:

    dün, bugün, yarin

    when i was a little child ,
    bir yokluktu ankara.
    apres moi dull and wild
    town ne oldu, que sera?

    ithaf ve mukaddime

    king soloman speare'di adının incilcesi
    süleyman kargı dosttur türkçeye tercümesi
    hamlet için horatio neyse öyleydi bana.
    kıbrıs dolaylarından göçmüş anavatana.
    yıkık bir sur üstüne büyük, cesur ve mağrur.
    saplanmış bayrak gibi ankara'da oturur.

    selim işık tek ve türk. ve duygulu, amansız.
    sabırsız ve olumsuz, yaşantıda cansız
    sanılırdı; gerçekti, hayır gerçek değildi.
    tutunamayanların tarihine eğildi.
    kelime ve yalnızlık hayatın tadı tuzu
    kucaklamak isterdi ölümü ve sonsuzu.

    birinci şarki

    dokuz yüz otuz altı. tarih düşüldü. niçin?
    doğumu önemlidir - yani kendisi için.
    buruşuk yüzler, bezler arasında bir canlı
    başpamağını emdi (yıkanmamış ve kanlı)
    cahildi, ne bilsin libidonun adını
    duymuştu belki belki aşkın kokusunu, tadını
    sonradan uzun olan yumuk parmaklarında.

    ilk resminde beyazdı kundağı gibi yüzü.
    bir taşra konağında yaşadı ilk gündüzü.
    büyükanne, osmanlı sabrıyla ağır ağır
    sallıyor beşigini. dede bunak ve sağır.
    gelin ürkek ve şaşkın, dede doksanı aşkın,
    gözlerinde kalmamış hiçbiri aşkın.
    ne zaman yemeğini yedigini bilmiyor.
    gördügü karısı mı gelini mi bilmiyor.

    asırlık ayakları, evde bir hastalıktı
    geceleri dolaşan. dalgın karnı acıktı;
    kalktı yer yatagından, iki ayaklı hüzün.
    selim'in beşigine uğradı, beyaz tülün
    altında yatan teni okşadı. titrek elin
    tuttuğu son canlıydı. sanki, " mutfağa gelin!"
    diyen bir sese doğru yönelirken, bir ağrı
    saplandı. ölü buldu onu sabah rüzgarı

    ilk rüzgarın teriyle (bilincin eşiginde)
    islanarak uyandı; kıvrandı beşiginde
    kundagıyla büyük ve beyaz bir elma kurdu
    esirlik türküsünü bütün eve duyurdu.
    baba geniş yatakta döndü; yorganı kaptı;
    anne, meme vermenin sancısıyla haraptı.
    ilk ve son kocasının, " çocuga bak müzeyyen!"
    mırıltısıyla kalktı kadın kokan yerinden.

    corridos adasında permanlar arasında
    elinde kendi gibi kuru bir barracinda
    tutarak,i on ikinci derece bir denklemi
    kaygısız çözmesiyle, ferrania sandolem'i
    indirerek tahtından kadın saltanatına
    son veren panton hipyos ya da önce atına
    sonra kadına tapan hun gibi numan ışık
    (oysa ilk yıllarında anneme nasıl aşık).
    uykulu gögüsleri-kim bilir ne kadar tazeydi.
    iipek geceliginin içinde sert ve diri
    (mektuplarında numan bey, aşkını eski türkçe
    -evlenmeden elbette- anlatırmış anneme)
    kayarken karanlıkta, dede bir taş yıgını
    gibi, genç lohusanın acıttı ayağını.
    acı bir çığlık kesti selimin nefesini
    belki o anda duydu korkunun ilk sesini.

    evin arka bahçesi otlar ve tahta perde.
    anılar başladı mı? paslı bir kilim yerde,
    koruyor dış dünyadan. ilk böcekler elinden
    kayıp geçiyor. nine düşmüyor dilinden
    belirsiz anlamlarla uyutan ninnileri
    hu diyen dervişleri ürkünç ecinnileri.
    dandini ve dasdana, kov bostancı danayı
    yemesin lahanayı, yemesin lahanayı.

    bir yaşında kızamık, iki yaşında sıtma,
    yakaladı selim'i. yavrum terleme koşma!
    terli bir uyanıştan sonra tam üç yaşında
    düştü yatağa baygın. ağlayarak başında
    kuran okur annesi; bir açılsa gözlerin.
    ne diyorsun allahım duyulmuyor sözlerin.
    baba mırıldanıyor; selim işık, güzel şey!
    ağlıyor gürültüyle; hey rahmetli numan bey!

    kasabanın tek doktoru topal muvakkar.
    muvakkar'ın tek gözü birazcık şehla bakar.
    "topal doktor kalksana, lambaları yaksana,
    selim elden gidiyor, çaresine baksana."
    muvakkar'ın gözüvarmış derler annemde
    babama severek varmış derler annem de.
    o zaman kaç senesi; tıp bildiğiniz gibi.
    bütün umut allahtan; hep bildiginiz gibi.

    "zatürreé. geceyi atlatırsa ümit var.
    kışın olsa giderdi." (dışarıda ıslak bahar).
    birden gözünü açtı: karanlık pencereler,
    yağmur izleri. selim, "atatürk'ü gördüm,"der.
    taşrada yetişirken öğrendigi tek dildi
    türkçe, cahil selim'in. bu kadar diyebildi.
    oysa bilseydi (canım) biraz da fransızca
    "voila atatürk maman" derdi muhakkak orda.

    az gelişmiş babanın az gelişmiş tek oğlu ,
    şimdi hatırladımda gözlerim doldu.
    donuk aydınlıgında idare lambasının,
    üzerine eğilen gölgenin (babasının)
    varlığından habersiz, soluk bir ateş gibi
    küçüçük yatağında. bir aydınlık belirdi:
    "işte güneş doğuyor. kurtuldu, yaşayacak!"
    yamalı bir yıldızdı ilerde ışıyacak.

    izin ver selim biraz, hegel, fichte diyelim,
    felsefeyle ilişkin bir de ekmek yiyelim
    böyle byurdu kargı, thus spoke king solomon
    yerindedir bu yargı, evet haklı platon,
    felsefeyi seviniz, fakat koparmayınız.
    demekle özetliyor: bu dünyada yalnızız.
    özür dilerim senden bu sütunda açıkça,
    çocukluk günlerimde kapılmıştım çocukça.

    kelimenin anlamı: sevmek demek yunanca.
    filo. sofyayı sevmek oluyor filosofya.
    hatırlarsın pasajda lefter'in meyhanesi,
    servis yapar, şarkı söyler; biraz kısıktı sesi,
    "o sofya mu, sofya mu. sensiz içmek olur mu?"
    kır saçlı laternacı biraz mahsun dururdu,
    'in nino veritas'. ders sofistlerden duzikos,
    tarih felsefesinde, 'armoniko muzikos...'

    "gene sapıttın selim. seni kim durduracak?"
    söylemiştim süleyman: ben başlamazsam ancak
    durdurulabilirim. ayrıca fakir dilim
    bağlı hece vezniyle, taş kesildi sağ elim.
    hecenin çarmıhına çivilenmiş ellerim.
    kafiye tanrısına kurban oldum. efendim?
    "bir şarkının sonuna kadar sabredemedin."
    bundan kaybediyorum, böyle olduğum için.

    ne olur tutma artık beni hece vezniyle
    allahın, senin ve tüm sevenlerin izniyle
    çözülsün zincirlerim, tutulan kol çalışsın.
    bir espri uğruna harcatmayın, alışsın
    selim işık insana. söylesin şarkısını
    kesintisiz, acemi. ey ölü ruh! kıyam et!
    beğendin mi süleyman?"beğenmedim devam et."

    ikinci şarki

    orta asya'daki pembe elipsin içinden
    çıkan kırmızı oklara binerek, bozkurtlar (kanatlı) çin'den
    nasıl uçmuşlarsa tanca'ya kadar,
    ben de (altı yaşımda) dar
    ve yüksek çamurluklu tenezzühle (ford t modeli) ankara'ya ulaştım
    sağ salim. 'yağmur çayevi'nin önünde dolaştım
    uyuşan bacaklarımı oynatarak ankara'nın toprağında.
    taşhan,
    bana dünyanın en büyük meydanı gibi geldi.
    gözüne güneş gelmesin diye elini
    siper eden mehmetçik heykeli ne güzeldi.
    ve büstlerinden yalnız göğsüne kadar tanıdığım atatürk
    kabartmalı ve yüksek
    bir mermerin üstüne çıkmış atıyla.
    (böylece tanışmış oldum heykel sanatıyla.)
    baba, oradaki kadın sırtında ne taşıyor?
    "bomba." neden? "türk yurdu topyekun savaşıyor."
    savaş cephede bitti (yirmi yıl önce).
    oysa, bir türlü bitmez okul kitaplarından ince
    sesimle okudugum
    şiirlerde (zafer bayramı münasebetiyle)."oğlum,
    bu ne şeker ne de kurban bayramı,"
    derken babam haklıydı,
    30 ağustos günü elini öperek ondan
    para istedigim zaman.
    (babama şiir okumayı bile düşünüyordum o sırada.)

    babam şiir sevmezdi. evimize arada
    gelen mimar cemil uluer yalnız şiir yazardı.
    (babam bu adama nedense kızardı.)
    "bir kere, mimar değil bu herif.."
    diye başladı mı, hafif
    üzülürdü annem. "canım numan bey
    -bey derdi babama- bu kadar şey olma (şey derdi annem sık sık).
    adamcagıza yazık."
    mimar cemil şiir bina ederdi.
    kışlık kömürü bizim evden giderdi.
    müsteşar namık beyi ziyaretlerinde de arz-ı hürmetleriyle
    ve kimin okdugu belli olmayan hikmetleriyle
    dolu kitabını sunar; bir kat giyilmiş elbise alır (yazlık).
    şair ve mimar olmaktan vazgeçtim(yazık).

    sevmedim okulu önce,
    'öğretmenim' tutmadı yerini annemin (bence.)
    beni çingenelere vermek istemeseydi
    babam, bir dev anası gibi
    görünen öğretmenden kaçardım (ne iyi olurdu).
    korkuyu
    bahçedeki huysuz ve parlak kanatlı
    horoz tanıttı bana.
    bir de öğretmenim rana.
    "kulağını çekerim. konuşma, terbiyesiz,
    yakarım ağzınızı. çişim geldi derseniz.
    kırarım notunuzu haylazlık ederseniz.
    yarına satır satır ezberlensin dersiniz."

    yorganı attım üzerimden o gece,
    çıplak ayakla taşlara bastım o gece. kırk derece
    ateşim çıksın diye bekliyordum. sakın
    göndermesin babam beni okula yarın,
    olur mu allahım. -allahım diye başlamışken
    dua edeyim hemen:
    babama, bana ve nineme
    ve apartmandaki baha beye, karısına ve oğluna
    ve mahalledekilere ve rahmetli dedem hüsrev kuluna
    ve ankara'dakilere ve türkiye'dekilere
    ve dünyadaki bütün iyilere
    rahatlık ver.
    onların içinde (varsa eğer)
    hırsız, fena
    ve kötülük etmek için insana
    fırsat bekleyenlere
    ve beni azarlayan kapıcımız kamber'e
    ve beni bahçede korkutan horoza
    ve ezberimi bilmezsem ceza
    verecek öğretmene
    rahatlık verme.
    (ceza vermezse rahatlık ver.)

    yeter
    bu kadar. allah kızar sonra çok istersen.
    yalnız unuttum; ne olur rahatlık versen
    galatasaray oyuncularına. yarın
    maçları var da; yenilmesinler sakın.

    "bu çocuk ne olacak böyle. müzeyyen? yaramaz
    olsaydı pısırık olacagına. hiç kimseyle konuşmaz
    sınıfta. tek başına koşar durur bahçede. onu
    eve kapatmak doğru mu?
    çalışkan fakat korkak." annem üzüldü
    fakat belli etmedi. 'öğretmenim' çok güldü
    çarpınça ağaca 'affedersiniz'
    dediğimi anlatırken. annem sözü kısa kesti: "dersiniz
    başlayacak. vaktini aldım rana.
    inşallah büyüyünce lazım oşur vatana."
    olmadı kimseye lazım. aranmadı
    aramayınca.
    okul boyunca
    ne futbol takımına alındı, ne sınıf mümessili olabildi.
    nedense bir yönüyle -belki de her yönüyle- saf kalabildi.
    yalnız bir korku kaldı kuşkuyla karışık;
    sonunda kötü bir şey olur korkusuyla yaşadı selim işık
    her olayı. eski bir yara izi içinde sızladı, her eğilişinde
    insanlara. dünyaya bir daha gelişinde
    çocuk ve korkusuz yaşamak ister sürekli.
    büyümek, yalnız tutunanlara gerekli.
    ikinci gelişinde çırıl çıplak dolaşacak
    kelimenin bütün anlamıyla çırıl çıplak

    hep birlikte (son sınıflar) toplandık arka bahçede.
    "çıktık açık alınla'yı söyledik bir agızdan
    müzik sınavıydı bu (toptan).
    herkes pekiyi aldı, imtihan iyi gitti
    son günüydü okulun, müjde ilkokul bitti.

    yaz sıcagında evde
    canı sıkılmasın ve
    (zararlı ilişkileri olmasın sokakta)
    kış günü
    eski hastalığının izlerini taşıyan göğsünü
    üşütmesin düşüncesiyle
    eve kapandığı zaman -yani okul dışındaki bütün saatlerde-
    divanda otururdu
    durmadan dergi okurdu.
    (siz 'libidonun ölümü'
    filmini gördünüz mü?)
    binbir roman, yavrutürk,
    çocuk haftası. "büyük
    adam olacak." misafirler saygıyla bakar yüzüme,
    sevgili büyüklerim: işte size bir manzume

    sabah erken kalkarım
    ne yüzümü yıkarım
    ne sokağa çıkarım.
    kışın soba yakarım
    yazın camdan bakarım
    hayattan yok çıkarım.

    öğlen olur yemek yerim
    fırçalanmaz hiç dişlerim
    acaba ne yapsam derim
    kovboy filmine giderim
    dönünce kızar pederim.

    akşam olur güneş batar
    babam hep anneme çatar
    cici çocuk erkenden yatar
    hayat sıkıcı ne kadar.

    üçüncü şarki

    siz de benim gibi,
    günleri
    sevgiyle isteyerek
    değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek
    bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, ankara güneşi sizin de
    uyuşturmuşsa beyninizi. ata'nın izinde
    gitmekten başka bir kavramı olmayan
    cumhuriyet çocugu olarak yayan,
    pis pis gezdinizse (o sıralarda adı opera meydanı olan)
    hergele meydanı'nda bu sarı ve tozlu alan
    iğrendirmediyse sizi,
    bir taşra çocugu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,
    kaybettiniz (benim gibi)
    oysa,
    aynı hergele meydanı'nda
    gölgede on beş, güneşte yedi buçuga tıraş eden
    berberleri görmeden
    yalnız renkli yanını yaşadıysanız hayatın
    ve hergele ve beygir olduğunu duymadıysanız atın
    sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kağıdı satmadınızsa,
    içinde aüt ve salebin olmadığı 'donduma kaymak'tan tatmadınızsa
    (aynı hergele meydan'ında)
    kazandınız. (kimse yoktu -çirkinlikten başka- selim'in yanında)
    en bayağı ve en müstehcen
    (fakat fiyatı ehven)
    romanları kiralamak içingecesi beş kuruşa
    samanpazarı'na çıkan yokuşa
    değilde sağa sapın. etiler'in at oynatmış oldugu ankara'da
    hamalların gittiği sümer sinemasıyla aynı sırada,
    pardayan, pitigrilli ve fantoma
    ve hayber kalesi ve tahir ile zühre bir arada
    yığılmış bir tezgahın üzerine. 'geceleri okumayınız'
    orhan çakıroğlu'nun maceralarını.
    selim işık, dünü bugünü yarını
    işte bu ortam içinde öldürdü.
    eksiklik duygusunun acısıyla güldürdü.
    ucuz düşüncelerindeki ucuz düzen, ucuz romanların ucuz yaşantısı
    ucuz huysuzlukların ucuz saplantısı
    ucuz ucuz ucuz ucuzdu.
    dalgın, sinirli, suskun huysuzdu.

    altımızda kalabalık bir aile otururdu.
    masasının üzerinde bir kuru kafa dururdu,
    ortanca oğulları tıp talebesi saffet'in
    (sırıtan kabustu benim için.)
    ne olur şu kuru kafayı kaldırınız
    beni korkutmaya yok hakkınız
    herkes doktor olamaz ki,
    siz bana iyisi mi
    nazım'dan şiirler okuyun.
    hani şu 'culus-u humayun'
    diye sözlerini pek anlamadığım
    fakat mısralarının sesini sevdigim şiir,
    bir de 'ölüme dair'
    sonra da liszt'in ikinci macar kampanasını
    ve puccini'nin tosca operasını
    (canım, mandolinle çaldıgım arya)
    çalarsınız gramafonda.

    bir yumuşama gelir yüzüne
    kafatası durur gene
    (fakat bir tülbentle örtülü)
    caruso'nun eski plakta hırıltılı sesi duyulur yalnız
    sonra tıp talebesiyle kurşun asker oynarız.

    cranium fibula radius
    sacrum patella carpus
    nasıl ezberlenir allahım
    arapça dua eden insanın latince kemikleri?
    saffet kulun anatomiden çaktı,
    selim kulunla oynamayı bıraktı.
    alt katta bir kiracı daha: ecmel karakaş
    ve garı meşru karısı (yavaş
    söyle duymasınlar). bana yüz vermiyor bahçede güzel kızı
    (oysa bahçede geçirdim bütün yazı)
    dut ağacına çıkıyor benden kaçarak,
    "sen de arkasından çıksana ahmak!"
    daha daha: pısırık, beceriksiz, korkak.

    en üst katta, karrşımızda, airf beyin refikası
    laima hanım ut çalardı (sarahaten acaba söylesem darılmaz mı?)
    ister taşrada ister istanbul'da olsun
    ister burnunuza mangal dumanı dolsun
    ister merdiven sahanlıklarınızda
    kalorifer dairesinden gelen linyit kokusu,
    hepsinden daha kuvvetli ve etkilidir dokusu
    içinize işleyen 'alaturka'nın. küçük yaşta içirilir yavaşça
    derinin altına (çiçek aşısı gibi). arkadaşça
    sokulur okşayarak,
    'sine-i suzanımı' eder helak
    pek tesiri duyulmasada gündüz
    (çünkü o saatlerde ya kahvede vakit öldürürüz,
    ya da paydos zilini bekleriz dairede)
    saat beş oldu mu, bin altı yüz kırk sekiz metrede
    ve bilmem kaç kilosıklda başladı mı yayına türkiye postaları,

    yatağında zevkle inletir hastaları
    hemen fasıl heyeti,
    duyulur dört bucagında yurdun. akşam nöbeti
    tutan sınrdaki erden,
    iki kere mars oldu üstüste diye, terden
    pantolonu iskemleye yapışan pişpirik ismail'e kadar
    herkesin cigerine mikroplu havayla birlikte dolar.

    sırtı hafif kamburlaşmış ve dar göğüslü
    tamburlardan yavaşça yayılır havaya, akşamüstü.
    efendiyi ve uşagı birlikte mesteden
    makamdan makama ve besteden
    besteye geçerekten
    "tek tek ataraktan bade süzerekten"
    'çıkmam allah etmesin meyhaneden'
    çıkmam korkusuyla alaturkasıyla beni kahreden
    içki evinden, ölmeden önce.
    bence
    alyuvar, akyuvar, bir de alaturkadan mürekkeptir kanımız'
    dinlerken sıkılsada canımız,
    nasıl birşeydir (acaba güzel midir?)
    kim bilir.

    benim kanıma giren başka bir sanat:
    darülbedayi'de tuluat.
    (taşırım bugüne izlerini.)
    annem, ölü doğurduktan sonra ikizlerini,
    bana gebe kaldıgının yedinci ayında,
    tepebaşı'nda, tiyaronun salaş sarayında
    (darülbedayi'de) hazım'ın 'lüküs hayat' oyunuda,
    o kadar gülmüş, o kadar gülmüş ki, sonuda
    korkmuş, birşey olacak diye karnındaki selim.
    oysa selim, bildiginiz gibi, elim
    olmak isterken gülünç oldu bu sayede
    büyük bir inhiraf oldu gayede.

    dördüncü şarki

    baharın son günleri; kömürlükler arasında
    çamaşır ipleriyle kesilen
    üç ağaclı bahçemizin yanındaki papatyalı arsaya bitişik
    sert kaldırımlı ve yokuşu dik
    yolda, ayakkabılarımın burnunu
    çarpmamaya çalışarak sekiyorum.(becermek mümkün değil bunu.)
    bir satıcı eşeğinin küfeleriyle sığmadıgı dar
    boğazı aşıyorum
    ve servi ağaçlarıyal kasvet
    ve daha birtakım ağır duygular veren
    küçük meydana ulaşıyorum.
    burada duvarı yıkık
    bir mezarlık ve içinde bir türbe,
    (yıllar sonra gördügüm karacaahmet mezarlık bankasının -tövbe de-
    yanında küçük bir hesap sayılırdı.)
    türbenin parmaklıklarına düğümlenmiş çaputları.
    sudan çıkarılmış bir ölünün parmaklarına takılı
    yosunlar gibi görürdüm. ve duvarın önündeki kara çalı,
    bana ölümün taştanlığını anlatan bir hocaydı kara sakallı.
    çarpık mezar taşları arasında,
    ölülerin besledigi çimenlerin ortasında
    türbedeki taş tabutlar kadar
    kayıtsızsca uzanmış çocuklar.
    (korkuları yaşları kadar)

    oysa,
    saffet ağabeylerdeki ortanca hizmetçi güldüm abla,
    anlatırken ne biçimde gidilir cehenneme
    ve bakarken namaz kılan anneme
    bir eksiklik duyardım ölümün icaplarına dair
    içimde. şair
    ve mimar cemil uluer, buruşuk derisi ve dişsiz ağzıyla
    gülsüm abla daher akşam vaazıyla
    korkuturdı beni. hayattayken sağ elle burun silmenin
    ve öldükten sonra kıyamette,
    (cehennemde veya cennette)
    her kılında bir mızıka bulunan deccal'in eşeğini bilmenin
    günah olduğunu öğremiştim.
    zavallı selim, zavallı selim,:
    kendi kendimi yerdim
    ne yapmalı, ne yapmalı, diye
    oysa küçük hizmetçileri hediye.
    boş verip bütün cezalara,
    hazreti yusuf'un kuyuya çektigi ezalara,
    adem'in buğday ağacından memnu meyveyi
    yemesine -yoksa elma ağacı mıydı?-
    kıyamet günü yanlışlıkla çevirince başını
    mızıkalıı eşeğin sesine, nasıl yanılacagına, kaşını
    fazla almanın da ayrıca günah olduğuna,
    sağ ellle temizlenen bütün pisliklerin cehennemde
    boğazına dolduğuna
    yüzünü çok yıkayan kadının
    bu nedenle alnının yazısını okuyan kadının
    başına gelenlere
    aldırmazdı. şu karşıki apartmandaki helen'lere
    kaçarak dudaklarını boyardı.
    benimse çok daha ciddi niyetlerim vardı.

    türbenin hemen yanında, gene dar bir sokakta,
    kerpiç bir evde, fakir arkadaşım sabri'yle, sıcakta,
    ter ve yıkanmış kilim kokan odasında konuşuyoruz.
    pencereden giren güneş sefaleti keskinleştiriyor.temmuz
    ayının bitkinliği ve ölüm korkusu
    kelimeleri ağırlaştırırken, terimi siliyorum
    dinsel bir korkuyla. daha. 'eüzü minşşeytanıracim'i bilmiyorum
    başlamak için duaya. sabri bir din adamının yavaş
    hareketlerini taklit ediyor. bende saygılı bir telaş,
    namaz surelerini ezberlemekle geçiriyoruz
    bizi ölüme yaklaştıran zamanı. yıl bin dokuz yüz kırk dokuz.

    ankara'nın bütün küçük kubbeli camilerini
    ve kararmış kiremitli mescitlerini dolaştık.'inna ateyni
    kelkevser, fesalli lirabbike ... hüvel ebter.'
    körpe dizlerde derman biter
    yatsı namazında, yanlış mırıldanılan kelimeler sırasında
    palabıyıklı, sakallı ve yırtık çoraplı cemaat arasında
    dini bütün iki türk çocuğu yatar kalkar.
    sürekli (kendine amansız.) ilahiler, dualar...
    allahım peşinde
    yirmi bin fersah. temmuz güneşinde, ağustos güneşinde,
    kirli şadırvanların çamurlu taşlarına
    uzatırlar ayaklarını yalnız başlarına.
    tozlu ayakları çamurlaştıran sular,
    avuç içinden bileklere, dirseklere kayar.
    hangi elimle yıkayacaktım hangi kulagımı?
    ne tarafa dönecektim "selamlasana sağını!"
    pabuçları çalarlar mı dersin sabri?
    duydun mu gazetedeki haberi
    pabuç hırsızlarına dair ?
    "haydi selim, herkesle brlikte çevir
    sola başını." neden sabri bu ilahiyi öğretmedi bana?
    hiö olmazsa biraz dudaklarını oynatsana!
    şol cennetin ırmakları akar allah deyu deyu.
    öğle namazında güneş yakar allah deyu deyu.
    geç katıldı bu kervana, allahım yakındır sana,
    bir o yana bir bu yana, bakar allah deyu deyu.
    burası allah yapısı, açılsın cennet kapısı,
    bu imtihansa hepisi çakar allah deyu deyu.
    bu kervanda herkes yaya, rastlanmaz beye, ağaya,
    insan aklını duaya, takar allah deyu deyu.
    dualar bağlı toprağa, düşünce saplı batağa,
    gene camiden çıkar sokağa allah deyu deyu.

    selim işık yaz dindarı, yetti ona bu kadarı
    cemaat kışın ne yapar, bilmez artık o kadarı
    hacı bayram camisi'nin çevresindeki küçük evlerden birinde.
    yeni bir rüzgar esti (olumsuzluk rüzgarı). yokluk tanrısını emrinde.
    yeni bir savaşa katıldı bütün kavgaların yedek neferi selim
    (ben neyim, ne değilim?)

    herkes mutlu ve sorumsuz
    herkes olumlu, ben olumsuz.
    yaşıtlarım artık uzun pantolon giymenin
    bağımsızlıgını yaşarken
    okulun paydos ziliyle hemen sokaga taşarken
    yıkıcı fikirleriyle aklımın ince örgüsünü karıştıran
    otuz üç yaşında benimle söz yarıştıran
    nihat ağabeyin yanında işim neydi?
    gene böyle yıldızlı ve ılık bir geceydi
    kardeşim süleyman; "hiç, ama hiçbirşey yapmadık," derken
    karşımda, bardak bardak koyu çay ve paket paket ucuz sigara içerken
    çırpınıyordum: dumlupınar, sakarya
    istanbul'un fethi, kosova
    birden başını kaldırıp gülümseyiverdi
    kara bıyıklarının arasından ışıyan beyaz dişleri
    bütün inançlarımı eritti.
    anlıyorsun, bilinç, inanç, bugünün sözcükleri
    o, şuur ve tahripten bahsederdi.
    bunca türk büyüğünün -bir kitaba göre elli kadardı-
    kazandığı bütün savaşları kaybettim orada,
    (ahşap evin beyaz perdeli odasında)
    ne mohaç, ne mercidabık, ne yeni, ne sabık
    zaferlerimiz dayanamadı. yalnız kromda ve güreşte birinciydik artık.
    eski kahramanlklardan başka
    ileri sürecek neyimiz kalmıştı dokuz yüz kırk dokuzda.
    selim işık yenilmişti, bitmişti.
    neyse tam o sırada , marşal amca yetişti.

    beşinci şarki

    ttunanmayanların destanıdır bu şarkı
    dostum süleyman kargı.
    eller boşta kalıyor, tutnamıyorlar toprağa
    anlatamıyorlar anlatılamayanı.
    anlatmak gerek: düşman sarmış heryanı
    oysa, mesela selim işık
    anlatmadan anlaşılmaya aşık.
    böyle adama
    (darılma ama)
    yaklaşmaz hiçbir güzellik,
    doğduğu günden bu yana kalbinde bir delik,
    almak için bütün sızıları içine.
    her zaman utanmıştır başkalrı yerine.
    elim varmıyor yazmaya, inmeyelim derine.
    taş devri, sabri devri, nihat devri, tunç devri
    aşık oldu -söyleyemez- utanç devri.
    hep utandı hayatı boyunca,
    (annesi yıkamak için soyunca)
    sınıfta birinci olduğu gün, eve geç kaldım, diye üzüldü.
    canı sıklıdı güldü, kalbi incindi güldü.
    allahı ya da ona engel olan gizli kuvvetleri
    hiçbir zaman kızdırmak istemedi.
    küçük pazarlıklar yaptığı,
    camide korkarak taptığı
    zamanlarda sürdürdü bu uzlaşımcı varlığı.
    annesinin yün fanilasına taktıgı nazarlığı
    çıkaramadı yıllar boyunca. ilk defa domuz eti yerken
    arkadaşlarını ısrarlarıyla geneleve giderken,
    hep onunla (o kimdi?) bozmamaya çalıştı arayı,
    iki gün oruç bile tuttu bir ramazan ayı.
    (sapı silik ve tutuk bir tabancaydı.)
    bir gün ölürse, ona vatan bir mezarlık yer verecek.
    oturdu bir destan yazdı; kendini yerecek.
    sazını ve cesaretini aldı eline (bütün cesareti,
    daha kötü bir şeyler olması korkusundadır).
    canını dişine takarak,
    yazılmış eski destanlara bakarak,
    sözü uzattı durdu.
    işte şöyle buyurdu:
    numanoğlu selim derler adımız
    gürültüye geldi her feryadımız
    nedense tamamdır itikadımız
    dikilen her kumaş bol gelir bize

    çocukken güneşin tadını bilmedik
    büyüdük kadının tadını bilmedik
    bizi anlayacak kadın bilmedik
    sevgisiz bir hayat çöl gelir bize

    bize öğretilen her söze kandık
    'yasaktır' 'memnudur' dendi, inandık
    hep 'girilmez' levhasına aldandık
    bu tutulan, yanlış yol gelir bize

    benim cefalı yarim kafamdır
    divanda düşünmek bütün safamdır
    mülkiyet benimçün büyük evhamdır
    senin olanları nideyim gayrı

    dostun vefalısı bütün isteğim
    kız peşinde olan dostu nideyim
    her an yaşamalıyım kendi gerçeğim
    kendi içimdeki indeyim gayrı

    dostlar dedi: bu can bizden değildir
    düşman kırdı, oysa buzdan değildir
    çare yok dünyadan gideyim gayrı

    bana ilham getirdin
    (hem de yaktın bitirdin)
    ey! elesius dağlarından esen rüzgar
    kıssamız burada biter
    bu kadar.
  • iyi söylenmişlerse, hiç yaşamadığınız hissetmediğiniz duyguları yaşamışsınız gibi bilmenize ve tarif edebilmenize neden olabilirler.
  • ajda pekkan'in beş yıl önce beş yıl sonra'yla beraber söylediği tuhaf bir şarkı. sözler fikret şeneş'in daha önce yazdığı şarkılardan yaptığı kolajdan ibaret. ajda'nın huuu'ları için dinlenesi...

    tam ona sarılırken gördüm pencereden
    gülünecek ne var gülüyordun öperken
    bu gece seninle olalım canım derken
    sildim seni o an kalbimden

    hepsi boş hayatta
    bir sev de anla
    olmaz olmaz artık
    çık git kapı açık

    mutluyduk belki seninle bak buguüne kadar
    bugünlerin bir de yarınları var
    inanmam sevgilim böyle bitmez aşklar
    gidiyorum ben sen hoşçakal

    gel şimdi gör beni
    barıştım bak hayatla
    gönlüm doluyor aşkla
    başladım yaşamaya

    dillerden düşmeyen şarkılar bunlar
    kulaklarda hala çınlar
    sevinç ve keder, hasret ve anılar
    yaşanmış bunlar bir zamanlar
  • bülent ortaçgil'in light albümünde bulunan güzel bir parça.

    yavruağzı bir yuvarlak var ortada
    çiçeğe benziyor ebruli
    tirşe bir telaş var şu köşede
    uçuk mavilerin arasında

    şarkılar bir renktir çoğu zaman
    ben bir ressamım işte o zaman

    özenle seçilmiş sözcükler
    yüzlerce aday arasından
    sıkıştırılmış bir tuğla gibi
    artık ayrılamazsın birbirinden

    şarkılar bir şiirdir çoğu zaman
    ben bir şairim işte o zaman

    oyun var, oyun var şimdi başlıyor
    ancak hangi yan sahne belli değil
    bu kaçıncı perde, hiç yorulan yok
    gerçeklerde düş var, düşler gerçeklerde

    şarkılar bir oyundur çoğu zaman
    ben başroldeyim işte o zaman

    sen varsın, iyi ki varsın yanımda
    dokunmak istiyorum saçlarına
    yaşamak zor gerçekten zor birlikte
    o resimde, şu şiirde, bu oyunda

    şarkılarım senindir her zaman
    ben sen oldum işte o zaman
  • ajda'nın bambaşka biri, uykusuz her gece, ya sonra'nın sözleriyle, karma birşeyler yapıp söylediği şarkı. beş yıl önce on yıl sonra albümüne özgü vokal bolluğu yine göze çarpmakta. sözlerini bir kenara atıp müziği hatta özellikle introsu da bir 80ler türk filminde, hatta direk atıf yılmaz filminde fon olarak çalacak türden tıpkı.
  • kimilerini öğrenme sebebi, sevilmiş ve artık unutulması gereken bir insansa; olmadık yerde duyulduğunda insan hafızasına lanet ettirebilen melodilerdir. aldanmamak gerek "melodi" sözcüğüne, yazıldığı kadar sevimli durmaz böyle anlarda..
  • bazı örnekleri vardır ki, yazmak için ölesiye acı çekmiş olmalı yada psikolojinin bozuk olması lazım. bunun en önemli örneği için;

    *(bkz: fotoğraf)
hesabın var mı? giriş yap