• ba$kasinin ya$ama hakkina son vermek.. gelecekte ya$ayabilecegi her turlu mutlulugu, aciyi kederi, sevinci, heyecani elinden bir anda sonsuza kadar almak..
  • (bkz: idam) (bkz: idam cezasi)
  • megadethin killing is my buisiness and buisiness is good sarkisini akla getiren eylem
  • calisan organizmanin calismasina son vermekten yani doganin urunu olan bir seye kotu davranmaktan ote, organizma sahibinin parcasi oldugu sosyal, duygusal , belki cinsel birlikteliklere zarar verme, bu iliskilerin diger ucundaki insanlari oldurulenden, onlarda olunceye kadar mahrum birakma sonucunu doguran eylem/davranis.
  • toplumsal yargi organlari tarafindan, sonucu olarak yargilama yapildiginda *katil icin hakli bir sebep olsada olmasada* , madur insanin haklarinin *yasama hakki, yasarken sevdigi seyleri yapabilme hakki* cignenmesi goz onune alinir yada alinmalidir.

    buna ragmen, pratik olarak oldurulen insanin sevdiklerinin icinin rahatlamasi, yada katil kisinin bu kadar rahat bir sekilde davranma hakina sahip oldugunu dusunmesi, yada herkesin birbirini oldurmesinin engellemesi icin ceza kesilir.
    yada insanin ruhsal mutasyonunun tamamlanmadigina inanildigi ,genel ruhsal yapinin gecmiste oldugu gibi olmamasi ve buna bir sekil verilebilme amaciyla, ortak bir toplumsal mantigin olusmasi icin kesilir ceza sanirim.

    (bkz: idam)
    (bkz: kaos)
  • kelimeyi yemek olarak ele aldığımızda ; kızgın yağda biraz kavurmak
    anlamına da gelir..
    (bkz: bortturme)
  • çeşit çeşit olay geliyor insanın başına. öldürmek de öyle, hiç öldüresin yokken, öldürebiliyorsun, engelleyemiyorsun.

    yine böylesine hiç öldüresimin olmadığı bir gün, başımı kaşıyarak odama girdiğimde gördüm onu, yerimde oturmuş, hatta iyice yayılmış, beni beklemiş gibi durmaktaydı ve bir şeyler yemeye hazırlanıyordu.

    uzun zamandır lazanya yemediğim için gayet sıkkındım ve çatacak birini arıyordum; o da piyangosu oldu. biraz sadece durdum, öylece izledim, ne yapacak diye bekledim. hiç tınmadı, bu kadar tepkisiz olmamalıydı, en azından bana... kımıldamadı bile. sabahın seherinden beri içiyordum, ağzımı açtığım anda sarhoş olması gerekirdi, hafiften üfledim yüzüne doğru, farketmemiş gibi davrandı, belki, o da durum gereği benim yerimdeydi ve bana bulaşmak istemiyordu. bu umursamaz tavrı iyice morallerimi bozdu. aslında umursamaz olması gereken bendim, sarhoştum, hiç bir şeyi takmayacak kadar sarhoştum, ama yokmuşum gibi davrandı. ayağımı yere vurdum, dönüp bakmadı bile. "nesin lan sen, derdin ne" diye seslendim kafamı tam yüzüne doğru çevirip, kafasının seviyesine inerek cevap vermeye zahmet etmedi.

    "bak" dedim ona, uçuyormakta olan bir sineğe patlattım tokadı, sendeledi yere düştü. "gördün mü" diyerek tekrar ona döndüm, halen umursamıyor ve kımıldamıyordu. içmek üzere yanıma aldığım çayın içinden, çay kaşığına doldurabildiğim kadarını onun önüne doğru attım, arkadaş bu kadar mı tepkisiz olunur, hareket bile etmedi, ölü desem ölü değil, biliyorum, umursamaz bir duruş bu, tanırım. ve ama canlı desem, böyle canlılık olmaz olsun.

    sıçradım, hopladım, gitar çaldım, tükürdüm, kımıldamadı, bakmadı, gitmedi. yerden terliğimi aldım, vurdum kafasına, sabaha karşı 04:23 falandı, vurdum bir daha, giderek daha hızlandım, kanı her tarafa bulaştı, bir zagor çığlığı ile rahatladım.

    ben sevinirken bir arkadaşım geldi içeriye, "n'ooldu olm, niye bağırdın" dedi, "ben bağırmadım, sen rüya falan görmüşsün" diye cevapladım, "elindeki terlik ne" diye sordu "saat gecenin bilmem kaçı", "umarsız bir örümcek vardı da, onu öldürdüm, ondan bu suskunluğum" dedim, gitmeye niyetlendi, "çay içer misin" dedim, "yok, uyuyorum" diyerek burun kıvırdı, "mutfağa bırak o zaman şu bardağı, boşa gelmiş olma" dedim, aldı, götürdü sağolsun.

    kolonya sıktım kanının bulaştığı yerelere, peçeteyle sildim, temizlendi, sevindim buna. kendime kolonya sıktım, peçeteyle sildim, temizlenemedim. katil olmaya zorlanmıştım ama eninde sonunda katildim ve kolonya bile temizlemiyorsa beni, neyle temizlenecektim. temizlenmeme gerek olmadığını düşünüp rahatlandım, temizlenmek yoktu, yaşanılan her şey kirletiyordu ve çok yaşamış biriyle yaşayabilmek için en az onun kadar kirlenmiş olmak gerekiyordu. yoksa çıldırırdın. herkesi tüm kirlilikleriyle kabul ediyordum da, kendime neden böyle insafsızdım? tamam dedim, kirletiyorum kendimi bile bile ve kendimi tüm kirliliğimle kabul ediyorum. katilim ben. kapattım ışığı, yattım, "ayıp mı ettik lan yoksa" diye düşündüm, bayağı içli düşündüm, "yok lan onların olayı bu" dedim sonra kendime, bir yastığa sarıldım, diğerini yalarken uyumuşum zaten.
  • sübyanlık zamanlarımda apartmanın bahçesinde oynarken yeşil, ince, içi boş otları kopartır, ağzımda bir sağa bir sola atar, dişlerimin arasında çiğnerdim. o otların garip, acımtrak bir suyu olur; tadı hala damağımdadır. yine bir gün elimi otun boynuna dolamış, gövdesini kökünden ayırmak üzereyken aklıma otların da canlı oldukları geldi. bir yerlerini kopartınca kan akmıyordu, ağlayıp çığlık atmıyorlardı, sadece rüzgarla salınıyorlardı - ama canlıydılar.

    ilkokul yıllarında herhalde, bizi hasta eden mikropların da canlı olduklarını öğrendim. kullandığımız ilaçlar onların çoğalmalarını önlüyormuş, sonra akyuvar denen hücrelerimiz mikropları yutup yok ediyorlarmış. doğrusu mikroplardan güçlü oldugumu, vucudumun onlarla savaştığını duyduğuma sevinmiştim.

    tahmin ediyorum aynı zamanlarda, bir kurban bayramı vesilesiyle, akşam yemeklerinde pür neşe gövdeye indirdiğimiz bifteklerin, pirzolaların, antrikotların da hep öyle et olmadıklarını, onların da bir zamanlar canlı bir ineğin, koçun, kuzunun biricik kolu, bacağı, sırtı olduklarını farkettim. ben de dahil çoğu kimse kurban edilen hayvanların boğazları kesilince yırtılan atardamarlarından fışkıran kana bakamıyor, kesik soluk borusunun hırıltısına tahammül edemiyordu ama ne zaman ki koyunlar derileri yüzülüp koyun olmaktan çıkıyorlar o zaman mahallede bir et trafiği başlıyor, buzluklar misafirlere ikram edilmek üzre parçalanmış kollarla, bacaklarla, iç organlarla dolduruluyordu.

    kendi ellerimle öldürdüğüm ilk hayvan zannediyorum bir kertenkeledir. oyun oynadığımız parkın yanındaki duvarın taşlarının arasından çıkmış, ılık bahar güneşinin altında bedenini ısıtmakla meşguldü herhalde; korkutmak için fırlattığım taş karnına denk geldi, ezilen organları duvara yapıştı, dili, artık duvarın üzerinde durmakta olan akciğerlerine nefes yetiştirmeye çalışır gibi dışarı sarktı, gövdesinden geriye kalanlar ile arka ayakları istemsiz kasılmaya başladı. taşı sadece korkutmak için mi attım yoksa öldürmek de istemiş miydim kestiremiyorum.

    solucanları karınca yuvasına atıp karıncaların bu hantal yaratıkları, gövdelerinden parçalar kopartarak canlı canlı yemelerini seyrettim. karıncalar solucanın üzerine çıkıyor, geri indiklerinde arkalarında pembe derinin üzerinde parıldayan kırmızı bir leke bırakıyorlardı. yine aynı solucanları balık tutmak için canlı canlı iğneme taktım, midyelerin kabuklarını kırdım, böceklerin, örümceklerin üzerlerine bastım. kimi zaman üzüldüm, kimi zaman umursamadım, ama kimi zaman da gücümün, benim yanımda küçük ve önemsiz görünen bu yaratıkları yokedebilmenin tadını çıkarttım.

    ölen canlılar için bir kaç sebeple üzülüyorum sanırım. en temelde kendi ölümümü düşünüyorum; annemin ne kadar üzüleceğini, kardeşimin benim için ağlayacağını, arkadaşlarımı vesaire. örümceklerin, böceklerin aileleri olmadığı düşüncesi rahatlatıyor. sonra ölmenin değil de ölümü beklemenin ürkütücülüğü geliyor aklıma. ne azap! cenehhem, her dakika öldüğümüz ve sonra bir dakikalığına yine ölmek üzere tekrar dirildiğimiz bir yer olmalı. ama balıkların, kertenkelelerin bizler gibi gelişkin bir ölüm anlayışları yoktur herhalde. bir de acı meselesi var tabi. virüsler, bakteriler, çiçekler, ağaçlar, kelebekler, solucanlar, böcekler, örümcekler, kertenkeleler, kuşlar, kediler, inekler, atlar da bizim gibi acı çekerler mi acaba. acı, beynimiz tarafından algılandığında acı anlamını kazanan bir elektrik sinyali ise, bunu yapıyorsun yapma anlamında bir geribesleme, düşmanlardan kaçmak için bir sebep, zayıflığın ve ölümün habercisi ise tüm yaratıkların da acı çektiğini, acıyı hissettiklerini, acıyı bildiklerini düşünebiliriz. peki ama bakterilerin çoğalmasına konjugasyon, balıklarınkine üreme, atlarınkine çiftleşme diyor ve onların sevişmekten bizim gibi keyif almadıklarına inanıyorken, kollarının bacaklarının kopması, iç organlarının etrafa saçılması ile bizler gibi acı duyduklarını da nereden çıkartıyoruz. yemekten alınan keyfin tadını çıkarmak, seksi uzatıp renklendirmek, işerken çişi tuvaletteki lekelere denk getirmek gibi cinslikleri insani gördüğümüz halde acıyı neredeyse evrensel algılayışımız neden. diğer canlıların biz insanlar gibi acı çekmediklerini iddia etmiyorum, ama hazza, mutluluğa, şehvete toz kondurmayan bizler acıyı neden evrenselleştiriyoruz onu merak ediyorum.
    (bkz: acı)

    bufaloları öldürüp kalın kürklerinden elbise yapmasaydık, bol proteinli inekleri yemeyip fosfor deposu balıkları avlamasaydık, bugün yine burada, herbirimiz yirmi milyon kadar transistörden imal bilgisayarların başında oturmuş, tüm dünyayı dolanan kablolardan ve uzayda salınmakta olan uydulardan kurulu bir ağdan faydalanarak birbirimize saygıdan, sevgiden, hayatın kutsallığından bahsediyor olabilir miydik. ölü hayvanların cesetleri üzerine kurulu varlığımız ve medeniyetimiz ne zaman başladı hayatı kutsal saymaya. ne zaman öldürmek bizler için tahammulü zor bir vicdan azabına dönüştü. ceylan avlayan, geyik kanı içen insandan vejetaryen insana uzanan yolu gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz. insanlık tarihinin hangi aşamasında karıncaları incitmemeyi meziyet saymaya başladık. bebekken alınıp ıssız bir adaya bırakılsak on bin sene önce atalarımız nasıl yaşamışsa yine öyle yaşayacak olan bizler; üç milyar yıldır devam eden acımasız ölüm kalım savaşının son ürünü bizler, neyin yanılsaması içerisinde kendimizi ne sanıyor, neye dayanarak doğaya vahşi, gaddar gibi sıfatlar yükleyebiliyoruz. hayatı verilmiş bir armağan mı sanıyorsunuz ki ölmekten, öldürmekten bunca çekinmektesiniz. bu günlere öldürerek geldik, hatırlamıyor musunuz.

    öldürdüğüm zaman üzüldüğüm, pişman oldugum çok oldu ama öldürmek hiç bir zaman "katil gibi" hissetmeme yol açmadı benim. bedenimi tam olarak anlamadan ondan uzaklaşmak da istemiyorum, kendime sırça köşkler kurup sonra da "yahu insan insanı siker mi hiç" diyenlerin durumuna düşmek de. önce şu beynimize enjekte edilmiş neye hizmet ettiği belirsiz değerlerden kurtulup öldürmenin ne oldugunu öğrenmemiz gerek. gerek ki ondan sonra neden öldürmeyeceğimizi daha sağlıklı bir şekilde düşünebilelim.
  • birini unutmanın en kolay yolu.
    aklınızda o insanı oldurdugunuz anda hayata onsuz devam etmek <caps>zorunda</caps> kaldıgınıza kendinizi sartlandırırsınız. daha guclu olursunuz ve daha az zarar gorursunuz.
  • insanlar yalnizca sevdiklerini oldurur

    gibi bir tespitte bulunur oscar wilde. boylece oldurmeyi bir deger verme bicimi olarak anlatir. ilk okudugumdan beri vurur beni bu soz ve bana ardimda kac olum biraktigimi haykirir aslinda.
hesabın var mı? giriş yap