• bir edip cansever şiiri:

    ölü sirenler

    gerçekte duymadığım sesler bitti
    öğleye doğru bir gökgürültüsü yalnız
    karıştırdı ortalığı bir süre
    gök akıttı bir parça yağmurunu
    ve deniz kuşları umutsuz
    arıyorken kokularını gölgelerinde
    sıyırdı bir iki bulutu güneş de
    yığılıp kaldı yorgun
    denizin gözbebekleri üstünde.
    bir uyum muydu durgunluk, fırtınayı
    gökgürültüsünü de barındıran içinde
    duyuyorum o tanıdık sesi yeniden
    tiz bir çıngırağı andıran
    benzeyen zil sesine de
    daha önce unutmuşum gibi denizde
    yankılanıp durdu ara vermeden.

    hangi dili öğreniyordum? mutluluk
    iki tek ağustosu çarpıştıran
    sızdıran kanını bu yaz gününe
    yaşayan bir mutluluk? ve işte
    kaç yerinden kesilmiş ki ellerim
    bekletip durdu da acısını bunca yıl
    şimdi bir gülümseme gibi sindi yüzüme.

    görmüşüm daha önce de bir lidya kralının boynunda
    bilmekti yazgısını ölümünü, gene de
    yıllarca beklemişti kendini
    yeşimden sapı olan bir kılıçla
    bense ne içimi yakan rüzgarı
    ne denizdeki yangını, ne gökgürültüsünü
    duymuş gibi olduğum sesleri de değil
    yaşamın gövdesini arıyordum yalnızca
    bir çürük dişle alnımdaki
    iki üç kırışığı yedeğine takmış da.

    özledim ilkelliğimi dalgalarında
    buldum savaşı bitmez derinliklerini
    karıştırdıkça bir kargının ucuyla
    gördüm, bekliyordu kendini de o da
    germiş de al kıskacını lidya kıralı gibi
    o turuncu ruh, değişken
    izledim onda ilk oluşumu sanki
    hafifçe kesilmiş gibi oldu dudağım bir yerinden.

    işledim payıma düşen her görüntüyü
    kamaştı gözlerim kıyıya varınca
    rüzgarın itişiyle kumlarda
    durmadan yer değiştiren
    sayısız siren iskeleti
    çın çın ötüyordu sessizlik kaburgalarında
    dedim, besbelli başıboş bırakmışlar da korkuyu
    tarihin onlara bağışladığı
    bu garip raslantıdan
    doğma bir rahatlıkla parıldıyorlar şimdi
    kemikleri som altından.

    sığındım çatısına bu yok olmuş şehrin.
    şehir ki herkesin bir şehir düşündüğü gibiydi
    tanrım! tunç bir kapı kilidi
    bronz bir sokak
    kumlar içindeydi. ve bu çakıl taşı
    kimbilir kimin külrengi kalbi
    tanrım!
    neden herkes başka tarafa bakıyor
    neden herkes başka biriydi.

    yıkıntılardan geçtim, eski mezarlardan
    şimdi artık bir anımsamada yeri olmayan
    arı kümeleri taşların arasında
    ve yukarıda kuşlar yanmış kağıt parçaları gibi
    uçuşuyordu da
    ağır ağır yanıyordu da şehir
    yanmayan kadınlar gördüm
    nasıl görünürse dünya gözyaşının altından
    tam öyle, dönüp duruyorlardı bu cehennem oyununda
    ve büyümeyen adamlar gördüm, hiç şaşırmadım.
    konuşuyorlardı sırayla, ilgisiz
    ağaçlara asılmışlardı bir yandan da
    bir kapı kirişine asılmışlardı ve ufka
    ölüm müydü konuştukları? ölümdü anlaşılan
    silince bir aynayı çıkıveren karşılarına
    bir ölümdü ki, işte bir muska asılı dururdu duvarda
    bir büyü gösterilirdi
    bir kuyu sezdirilirdi
    hiç yoktan bir zincir boşalırdı avluda.

    akşam geri verince bana gözlerimi
    şehir de kayboldu, denizin durgunluğu da
    bir anka kuşu yeniden karıyorken küllerini
    bir kaya oyuğu kendini alıştırıyorken boşluğa
    dedim, deniz de bendim, düşleyen de denizi
    ve sabah olur olmaz üstünde derinliğimin
    bir gülümseme gibi bulacağım kendimi.
2 entry daha
hesabın var mı? giriş yap