1 entry daha
  • teolog (theos-logos'la/tanrı-bilim'le uğraşan) ve filozof (philos-sophia'yla/bilgi-candanlığı'yla uğraşan) olamayan ama beri yandan spekülatif ve ilahî teorilerden de kendini alamayan, bu yüzden teolojiden theos'u, felsefeden de sophia'yı alıp bir karışım oluşturan düşün insanıdır teozof. ne felsefenin ciddiyeti vardır onda, ne de teolojinin birbirine örülü ve güdümlü açıklama/hedefleri (kozmoloji, ahlâk, zihnî yükseliş vb.). bir nevi deve-kuşudur, ne devedir ne kuş. uçsa uçamaz, zahmete dayansa dayanamaz. kolaycıdır. çünkü olaylar arası bağlantıyı ilhama dayandırır, mevcut örgüyü mantıklı bir silsileyle alâkalandıramaz. hangi mantıktan yoksundur? belirleyici mantıktan. peki, bu belirleyici mantık nereden gelir? yunancasıyla logikos, latincesiyle ratio denilen bu mantığı belirleyici kılan şey "ölçü"dür. işte teosofinin değil, modern teosofinin kurucusu olan helena petrovna blavatsky gibilerinin adını daha sonradan "şarlatan"a çıkaran [1] şey de işte bunun yokluğudur, yani ölçünün.

    peki, diyebilirsiniz ki "ölçüyü belirleyen ne?" ölçüyü belirleyen pozitif ilimlere yüklediğimiz anlamlar değil, aksine theos-sophia'nın (teozofi) içerdiği theos'u theos, sophia'yı da sophia kılan anlamlardır. bunu şunu şekilde açıklamak mümkün: bir araştırma sahası belirliyorsunuz; örneğin bazı kuşları inceleyerek kâhinlik yapıyorsunuz. bunun için etrüsklerin en üst düzeyde yetkinleştiği, augurium denilen kuşbiliciliği ilminin sağladığı terminolojiye sığınarak, bu ilmin meydana getirdiği kavramları kullanıyorsunuz. taş yerinde ağırdır derler ya, onun gibi, kavram da içinde bulunduğu terminolojide ağırdır (j. derrida isim hariç'te "tanrı veya başka bir şey hakkında söylenenleri, ne olursa olsun ya da kim olursa olsun, onlar hakkında söylemek gerekir" diyor, benim de kast ettiğim bu). theos'u incelediğinizi itiraf ettiğiniz andan itibaren, theos kavramının oluştuğu zemine ya sadık kalırsınız ya da onun dışına çıkarak çalışma alanınızın aslında sadece sözde theos'a dönük olduğunu kanıtlarsınız. hâl böyle olunca ölçüyü tutturamamış ilhamperver zihin de kendini ne filozof ne de teolog olarak görebilir; başka bir deve-kuşu uydurmak durumunda kalır. işte o deve-kuşu teozofidir. ucunu tanrısal ilhama dayandırdığınız her bilgi yığışı ölçüsünü ancak onu kurgulayandan alır; zaten ölçüsünü kaynaklandığı bilgi pınarına uygun olarak tutturabilse, o pınara göre başka bir isim alırdı. ama denmiyor; bu kişiye kâhin demiyoruz, peygamber demiyoruz, sofist demiyoruz, filozof demiyoruz, bilge demiyoruz, augur demiyoruz, bilim adamı demiyoruz, doğabilimci/fizikçi demiyoruz, simyacı demiyoruz, ne diyoruz? teozof. evde yapmaya kalkıştığınız yayla çorbasının ölçüsünü kaçırdığınız zaman, o yayla çorbası olmaktan çıkar başka bir şeye dönüşür. işte teozof, o başka şeyin aşçısıdır, ölçüsü belli olan yayla çorbasınındeğil. belki lapanın.

    bu işin pirlerinden biri rudolph steiner'dir. ancak onun vardığı nokta blavatsky'ninki gibi şarlatanlık değil avrupa mistikliği idi. diyeceksiniz ki, avrupa mistikliği de kendi ölçülülüğünü koruyabilmiş midir? benim modernite için belirlediğim "modus"/ölçü karakteri gibi (modernite/@jimi the kewl), bu mistikliğin de belli karakterleri vardır. yani rudolph steiner her ne kadar başlangıçta teozof olarak belirsiz bir mecrada bulunmuşsa da (ne kadar ilham aldığını iddia ettiğini bilmiyorum), sonradan ölçü edinerek bir yol tutturmuştur. tamam buldum deyimi: "yol tutturmak". teozof, yol tutturamamış olan'dır. zira bir tanımıyla, benim yukarıda açımladığım theos+sophia bileşiminin "tanrının bilgisi" yani "knowledge of god" olduğu da düşünülmüştür. 1745 yılında doğmuş olan isveç bilim-adamı emanuel swedenborg bir vahiy aldığını iddia ederek bilimi bırakıyor ve tanrı'nın bilgisine ve âlemine yani teozofiye geçiyor. daha sonra, bütün kiliselerin yeni bir din oluşturacak şekilde birleşmesi gerektiğini iddia ediyor [2]. o hâlde bu eski bilim-adamının bilim-adamlığından vazgeçip, yüzünü döndüğü yeni saha ona ilhamdan başka dayanağı olmayan teozofluğu sunmuş oluyor. çünkü eski "ölçü"lü araştırma alanı onu tatmin etmiyordu; insanlığın en eski bilgelik hikâyelerinden kendi zamanına değin taşınan bilgi mirası onu doyurmuyordu. bu noktada marlowe'un dr. faustus'unu anımsıyoruz. şöyle diyordu doktor:

    "ne öğreneceksen artık karar ver, faustus; öğreneceğim şeyin de derinliklerini araştırmağa başla: madem sana doktor ünvanını verdiler, görünüşte tanrıbilimle uğraş ama her bilginin ta sonuna kadar git; bütün ömrünü de aristo'nun eserleri içinde geçir... iyi cedelleşmek... mantığın bütün gayesi bu mu? bu bilgi daha da büyük bir şey yaratamıyor mu? öyleyse, bırak... artık okuma... sen bu gayeye çoktan erdin. faustus'un zekâsına daha engin bir alan gerek: on kai me on! uğurlar olsun sana! şu sihirbazların tabiat-üstü eserleri, şu büyü kitapları, ne güzel şeyler... çizgiler, daireler, mühürler, harfler, işaretler... işte faustus bunları öğrenmeye can atıyor." [3]

    sonrasını biliyorsunuz. tıp, hukuk, teoloji, felsefe ve diğer ilimlerde doktor olan faustus, büyüye merak salar ve şeytanla işbirliği yapar. şeytanın uşağı mephistopheles belirir ve ona yeryüzünde zeus olmayı önerir, o da kabul eder. böylece yeryüzündeki bilgilerin çoğuna erişmiş olan "gözü-doymaz" faustus salt ilhama dayalı bir bilgi alanı uydurur. uydurduğu bu alanın kölesi olur. işte teozofun durumu, dr. faustus'un bu durumuna benzer: ölçüsü, kendisidir; kendisi, ölçüsünden ibarettir. evvelki ölçülere sığamamış olmanın bedeli, her daim muhammed'in ya da isa'nın edindiği saygın mertebe olmuyor. bazen adınız şarlatana da çıkabiliyor ya da 'şeytanla işbirliği yapmış olan'a.

    daha tuhafı ise teozofun bireysel ilhamlarının kitleselleşmesidir; zira dinle ya da farklı felsefî ekollerle uğraşmak için ölçü tutturmuş önderlere bakılır; çünkü ölçü vardır, takibin ölçüsü vardır. ancak bu gibi ilhamların, örneğin 1875'te new york'ta kurulan theosophical society [4] gibi örgütlenmelerle neticelenmesi bana tuhaf geliyor. zira bu olmayan "ölçü"yü tutturma ve sistemli hâle getirme çabası kendi başına bir teozofi olarak kalamaz, nitekim kalamamıştır. adı geçen örgütlenme zaman içinde hinduizme ve budizme bulaşmıştır; madem kendi başına büyük ilhamların incelenmesiydi neden bu inançların "ölçü"lülüğüne sığınıldı? ya da isveç bilim-adamı örneğinde olduğu gibi, teozof neden ilhamını yine eski "kilise" ölçüsüne indirgemek durumunda kaldı? neden günümüze değin keşfedilememiş bir tanrı bilgisine ulaşılamadı? yukarıda yazarın teozofi için belirlediği "knowledge of god" tanımı neden var olan "ölçü"ye sığmayıp yeni bir arayışa geçmiş adama yepyeni bir bilgelik sunamadı? neden bir devrimci niteliğiyle insanlık tarihinde yerini almış ve arap yarım-adasına sosyal adaleti getirmiş saygın peygamber muhammed'in mitolojisi sümer metinlerinden mirastı? hakikat bir olduğu için mi? hayır.

    "ilham aldım" diye öne atılan adamın ne kadar büyük ve saygın bir devrimci olduğunu başka başlıkta inceleriz. ya da teozofluk uğruna bilim-adamlığından vazgeçen kafanın kiliseleri birleştirme niyetinin ne kadar "iyi" olduğunu düşünebiliriz. ama, işte aması var, "her ilham aslında hatırlamadan ibarettir" diyordu bir filozof, haklıydı. şimdi hatırlamadığınız bilgi kırıntılarının bir an, bir araya geldiğini ve nedense -kendince de olsa- makûl bir tarafının olduğunu düşünmezsiniz? tanrı bana bilgisini öyle sunmalı ki ben karşısında dilimi yutmalıyım. bana "jimi sana bilgimden pay veriyorum" dememeli. bana "7324673243232409324938249" demeli, ben ona bakıp göz-yaşı dökmeliyim. tasarımlarımızın esiriyiz hatta tasarımlarımız kadarız. her "ben teozofum" diyen ise tasarımından başka hiçbir şeydir. oysa filozof ya da bilim-adamı, tasarımlarına ya da zihnî ihtiraslarına (perturbationes animi) yenik düşmeyendir. hatta teolog bile sınırların esiridir. esir olup esir olmayandır. tasarımlarını yeni gibi satan "ölçü"sü kayık teozoflara benzemez bu adamlar.

    notlar:

    1. bkz. (ed.) helene petrovna blavatsky, lucifer: a theosophical magazine, september 1889 to february 1890, p.522, london 1889; g. baseden butt, madame blavatsky, p.242, kessinger publishing, 2003; william kingsland, the real h. p. blavatsky: a study in theosophy, and a memoir of a great soul, p.19; 262, j. m. watkins, 1928.
    2. richard w. barber, the holy grail: imagination and belief, p.292, harvard university press, 2004.
    3. c. marlowe, dr. faustus, sf.6-8, çev. i. şahinbaş, meb yay., 1965.
    4. nicholas goodrick-clarke, black sun: aryan cults, esoteric nazism, and the politics of identity, p.79, nyu press, 2003.
hesabın var mı? giriş yap